Jenerik Çok Feci Dile Dolanıyor!
Netflix yapımlarında gördüğümüz jenerikler, şu ana kadar beni hiç de hayal kırıklığına uğratmadı açıkçası. Bir şekilde hiçbirini, izlerken atlamak istemedim sanırım. Melodileri, yapıma dair sembolik ögeleri ve görsel anlamda güzellikleriyle gerçekten kaliteli yapımlar olduğunu yansıtıyordu bu jenerikler. Haliyle Talihsiz Serüvenler dizisi için de bu kalitede bir şeyler yapmalılardı değil mi? Sorunuzun cevabı umarım evettir, çünkü sizi hayal kırıklığına uğratmak istemiyorum. Bunun nedeni de çok açık: Jenerik fazlasıyla akılda kalıcı ve dile feci şekilde dolanıyor! Yaklaşık bir dakika boyunca oyuncu ve teknik kadroya dair bilgilerin gösterilmesi, serinin ruhuna uygun görsel anlamda materyaller kullanılması ve her bölümde kendi hikayesine göre ek sahneler içermesi bir yana, jeneriğin tamamının Neil Patrick Harris tarafından söylenmesi gerçekten tatmin edici bir şey. Eğer Doctor Horrible’s Sing Along Blog isimli üç bölümden oluşan mini diziyi izleyenleriniz varsa, Neil Patrick Harris’in bu tür müzikal konularda hiç de fena olmadığını, hatta aksine fazlasıyla başarılı olduğunu, hatırlayacaksınızdır. Daha ilk saniyelerinde sizi yakalayan “Look away, look away…” sözler, jeneriğin en unutamadığınız melodik kısmı oluyor, haberiniz olsun. Yarın öbür gün siz de kafanızda devamlı olarak Neil Patrick Harris’in sesinden çalan bir Talihsiz Serüvenler giriş müziği duyarsanız, hiç endişelenmeyin ve anı yaşayın. Yalnız ufak bir uyarı, bütün bir sezonu çok kısa bir sürede ve hiçbir jeneriğini atlamadan izlerseniz, melodi fazla bağımlılık yapabilir; dikkatli olun.
Görsel Anlamda Zıtlıklar Bir Arada
Diziyi izlemeden önce sürekli olarak bunun bir Netflix yapımı olduğunu kendime hatırlatıp, aslında böyle bir kurgunun bu platformda çıkan karanlık havadaki dizilerle ne kadar uyuştuğunu düşünüp durdum. Netflix genel manada bu tür yapımlarıyla biliniyordu sonuçta, değil mi? E Talihsiz Serüvenler de öyle güllük gülistanlık bir seri değil yani. Peki sizce de sonuç olarak Netflix, en uygun platform değil miydi bu tür bir dizi için? Siz de izlemeden önce böyle düşünenlerdenseniz, bu konuda birazcık geri adım atmanız gerekebilir. Evet, evet, ciddiyim. Bütün o karamsar havaya rağmen çoğu sahnede göze çarpan detayların çoğu canlı pastel renklerdi ve emin olun bu harika bir tezatlık yaratıyordu tüm bölümlerde. Anlatılan hikaye üzücü, yıkıcı ve hatta kalp parçalayıcı türden bir şey olarak sunuluyor her bir saniye, bundan kaçabileceğiniz tek bir an bile yok. Lemony Snicket’ın kendi anlatımlarıyla araya girdiği sahnelerde vurgulanan bu gerçek, Netflix’in de genel dizi atmosferine zıt bir çerçeve yaratarak serinin yansıtmak istediği ruh halini müthiş bir ironi ile anlatıyor. Mutlu bir suratla kötü bir haber vermek gibi, ne demek istediğimi anlıyorsanız. Tıpkı Bay Poe’nun, Baudelaire çocuklarına ebeveynlerinin ölüm haberini vermeye geldiği anda gördüğümüz etkiden… Aslında yapım, daha ilk dakikasından bize bütün bir sezon nasıl bir atmosferde ilerleyeceğine dair ön görü sunuyor.
Parti Kur Oy Verelim Lemony Snicket!
Diziyi belki de ironik bir anlamda sürükleyici kılan nedenlerden biri de, serinin yazarının sahneleri açıklamak uğruna zaman zaman olay akışını kesmesi olabilirdi. Netflix, serinin reklamını yaparken daha en başında Lemony Snicket’ı kullanmayı tercih ederek öyküye farklı bir hava katmayı kafasına koymuştu zaten. İnternete düşen ilk teaserda yalnızca Lemony Snicket karakterinin olmasıyla aslında çok çekici gibi gözükmüyordu, kabul ediyorum. Hatta öyle ki, diziyi izlerken de yazara çok fazla sempati duyabileceğimi düşünmüyordum. Bu tuhaf ön yargı filmden kalma bir etki olsa gerek, çünkü filmde Snicket’ı yalnızca daktilo başında hikayesini yazan ve suratı karanlıklara gömülmüş biri olarak izlemiştik. E haliyle de, kitaplardaki o çiçek anlatımı bir kenara koyup ilk kıyası elbette ki diğer bir görsel malzemeden yapıyor insan. Ama bana inanın, eğer böyle düşünüyorduysanız şimdi hemen bundan vazgeçebilirsiniz. Diziye kendi atmosferini veren ve onca felaket şeye rağmen acı gülümsemeyi bile sağlayan detaylardan biri de Lemony Snicket karakteriydi. Patrick Warburton’ın kaliteli sesi ve sahnelere Kuzco-vari (Şaşkın İmparator Kuzco izleyenler demek istediğimi anlayacaktır) bir biçimde dahil oluşu, yapımı benim için yükseklere taşıyan bir detaydı. Üstelik Patrick Warburton gerek mimikleri, gerekse inanılmaz diyalektiği ile Lemony Snicket’ı canlandırmanın üstesinden gelirken, diğer yandan da devamlı olarak “bu kelime şu anlama gelmektedir aslında, şu örnek de bunu en iyi şekilde açıklar” minvalinde cümleleriyle izleyiciyi bir hayli eğlendiriyor doğrusu. Sizi bilemem ama ben Lemony Snicket’a, diziyle beraber daha fazla bir sempati besler oldum; karaktere tam anlamıyla tav oldum! Ne güzel bilgilendiriyorsun be adam. Al bir ansiklopedi, oku başımda; saatlerce dinleyeyim seni…
Yan Karakterleri Güçlü Olan Yapım, İyi Yapımdır!
Bu cümleyi aklınıza iyi kazıyın, çünkü benim için bir yapımı değerlendirirken kriter olarak belirlediğim türden bir özellik olur kendisi. İstediğiniz her türlü yapıma bunu uyguladığınızda göreceksiniz ki, verilen cevaba göre o yapım da ona göre kaliteli bir hal alıyor. Zaten sadece ana karakterleri güçlü olan bir şeyi sevebilmek herkes için o kadar kolay olmayacağından, büyük kitlelere ulaşma konusunda sıkıntı yaşayacaktır mutlaka. Sonuçta herkes baş karakterlere karşı sempati duymak zorunda değil, öyle değil mi? E peki Talihsiz Serüvenler’de bunun nasıl bir önemi var? Şöyle bir önemi var sevgili okuyucu, bir kitap serisinden uyarlanan bu dizide her bir yan karakterin sergilenişi son derece başarılı. Bu kategoride Bay Poe’dan, Baudelaire yetimlerinin koruyuculuğunu üstlenen yetişkinlere ve hatta Kont Olaf’ın kötücül tiyatro ekibine kadar herkes işini elinden gelen en iyi şekilde yapmış. Bu konuda en çok ileri sürmek istediğim isim de White Faced Woman olacak sanırım. Gerçi isim yerine isimler demeliyim, zira Beyaz Suratlı Kadın tek bir kişi için değil, iki kişi için kullanılıyor ve bu iki kadın da gerçek anlamda ikiz. İzleyince hak vereceğinizi düşünüyorum bu konuda ama sanırım Olaf’ın geriye kalan diğer ekip arkadaşlarının da en az bu ikiz kadınlar kadar başarılı bir şekilde sergilendiğini söylemeden geçmeyeyim. Karar vermekte zorlanabilirsiniz belki.
Harris, HIMYM Kadrosundan Kankisini de Beraberinde Getirmiş!
Bakın, diziye dair çok ince eleyip sık dokumadım ön hazırlık aşamasında. Daha izlemeden çok şey görmek istemediğimden, yeteri kadar habere razı gelip çok eşelememeye çalıştım bu süreçte. O nedenle, eğer birazdan söyleyeceğimi daha önceden duyan varsa pek şaşırmayabilir ama ben fazlasıyla şaşırdım doğrusu. Dizide “anne” rolünde bir Cobie Smulders var ki, sormayın gitsin! Smulders’a “baba” rolüyle eşlik eden Will Arnett’ın varlığını da es geçmeyeyim ama açık ve net bir şekilde söylemek isterim ki, Cobie Smulders’ı bu rolde hiç mi hiç beklemiyordum. Görünce bir hayli şaşırdım gerçekten de. Tamam, şaşırdım, beklemiyordum; fakat Smulders kesinlikle oynadığı “anne” rolünün hakkını vermiş. Öyle ki, bu “anne”nin tam bir badass olması ve eşiyle beraber çetrefilli maceralar yaşıyor oluşu, Smulders’da hiç de eğreti durmamış. Bir Maria Hill havası seziyor insan az da olsa görüldüğü sahnelerde. Ne diyelim, Netflix kadroyu seçerken hiç de yanlış adımlar atmamış, vallahi bravo!
Sağ Gösterip Sol Vurma Sanatı – Bir Twistin Doğuşu
Şu tuzağa nasıl düştüm gerçekten bilmiyorum ama sekiz bölümlük birinci sezon boyunca sürekli olarak gözümüze sokulan bir “anne” ve “baba” figürü, tam da yedinci bölümde inanılmaz bir şekilde açıklığa kavuşuyor. Smulders ve Arnett tarafından canlandırılan bu isimsiz ebeveynler, son ana kadar devamlı olarak çocuklarına kavuşmaktan bahsederek yollarına ilerliyorlar. Çocuklarının üç tane olması, Baudelaire çocuklarının yanan evlerinde buldukları o gizemli dürbünden kendilerinde de olması, Josephine Teyze’nin evinde buldukları fotoğrafta bu iki karakterin de gözükmesi ve sürekli olarak birbiriyle çakışan anlarda hem çocukların hem de ebeveynlerin birbirlerine ithafta bulunmaları, izleyiciyi bu twiste inanmaya zorlayan nedenlerdi. Hatta öyle ki, bu fotoğrafa bakarken “İşte anne ve babamız” diyen Violet ve Klaus’un sözleri de bilinçaltında, aslında öyle olmasalar bile, bu çiftin aslında Baudelaire’ler olduğu konusunda kandırıyordu bizleri. E madem bu çocukların anne babaları yangında öldü diye başından beri söyleniyor, nasıl oluyor da biz bu twiste inanabiliyoruz? On üç kitabı birden okuyanlar aslında Baudelaire ebeveynleri hakkındaki gerçeği bilecektir, fakat sadece ilk dört kitabın ele alındığı birinci sezonda bunu anlamak adına yeterli kanıt yok. E haliyle de kitapları okumayanlar ya da twiste istemeden de yenik düşenler, bu konuda ne yazık ki yedinci bölümde üzülüyor. Tam da bizim yetimleri şu kütük kesim tesisinde birileri ziyarete geldiğinde gözümüze gözümüze sokulan sarı renkteki kapı, aynı zamanda “anne” ve “baba” karakterlerinin önünde durduğu sarı kapı ile birebir aynı olduğundan dolayı, insan ister istemez başından beri inanmasa da, o kısacık beş-on saniyede bile inanmak istiyor böyle bir olayın gerçekliğine. Kapı heyecan verici bir gerginlikle açıldığında ise hayal kırıklığı yaşanıyor ve o “anne” ve “baba”nın aslında Baudelaire çifti olmadığı anlaşılıyor. Smulders ve Arnett’ın canlandırdığı ebeveynler, aslında beşinci kitaptan itibaren tanıyacağımız Quagmire ailesindeki çift ve o açtıkları sarı renkteki kapı da Isadora, Duncan ve Quigley isimli üç kardeşin içinde bulunduğu Quagmire Malikanesi’ne açılan kapı. Gerçekten bu oltaya nasıl geldim bilmiyorum ama Reddit dahil bakındığım çoğu yerde bir sürü insan bu yeme kanmış. Yalnız olmadığımı bilmek biraz rahatlatıyor olsa da, diziyi bu twisti çok başarılı bir şekilde yedirdiklerinden dolayı kutlamak lazım. İlk dört kitabı işlediklerinden ötürü, beşinci kitaptan itibaren tanıyacağımız Quagmire ailesine yönelik bir bağlantı görmüş oluşumuz gerçekten harika bir sezon finali köprüsüydü. İkinci sezona başlarken bir bağ kurma konusunda hiç de zorlanmayacakları böylece çok da net bir şekilde sonuca kavuştu. İkinci sezon demişken…
Yeşil Ekran Demiştik – E Ama Cidden?
Yapımda en çok canımı sıkan ayrıntı buydu ciddi anlamda. Yani bir yerden sonra arka plana uygulanan yeşil ekranı yine az çok sindirebildiysem de, çoğu zaman hiç gerekmediği halde Sunny’nin suratına uygulanan efekt bir hayli beni gerdi doğrusu. Bakın “hiç gerekmediği halde” diyorum, çünkü gerektiği yerlerde kullanılan Sunny efektleri bile kötü olduğu halde kabullendim bir şekilde. Ama öyle anlar vardı ki, Violet’ın kucağında dururken bile boş yere bir efekt kullanımına gidilmiş bebeğin suratında, ne gereği vardı ki diye isyan ettim vallahi. Dikkatimi fazlasıyla dağıtmasa onu da kabullenirdim herhalde ama Violet ve Klaus’un suratı aynı tonda ışıktan gözlenirken Sunny’nin animasyonumsu donuk suratı canımı sıktı. Ağzını oynatırken kullan abicim, tamam, ona lafım yok. Ama çocuğun mimik bile oynatmadığı sahnede niye kullandın ki? İzleyenleriniz bu konuda bir savunma getirecekse sonuna kadar dinlemeye açığım doğrusu.
Karakterlerin Yansıtılışı Nasıldı?
Bu konuda hiçbir oyuncunun hakkını yemeyeceğim, zira hepsi döktürmüş ve oynadığı rolün hakkını sonuna kadar vermiş. Hatta bazı röportajlardaki bilgilere göre Klaus’u canlandıran aktör Louis Hynes, karakterini canlandırırken en doğru yolu seçerek kitapları baz almış; filmleri değil. Bu konuda daha başından takdirimi kazandıklarını itiraf etmeliyim. En doğru tasviri kendilerine kaynaklık eden ekibin, her biri övgüye değer performans sergilemişler. Ama tabii aktör ve aktrislerin başarıları bir yana, dizi formatında gördüğümüz kitap karakterlerinin betimlenişi de bir hayli tatmin ediciydi. Sunny’nin alaycı mırıltıları, Klaus’un kitapkurtluğundaki eşsizliği, Olaf’ın son derece tiksinç bir insan olması ve neredeyse hiçbir yetişkinin çocuklara ne derlerse desin inanmıyor oluşuyla kitaba bağlılıkta güzel bir çizgi izlenmişti. Öyküye aşina zihinlerin, gördükleri detaylarla mutlu olacağı tipler izledik. Bir de son olarak, özellikle de Klaus konusunda altını çizmek istediğim bir kıyas meselesi var: Filmdeki Klaus ile dizideki Klaus gerçekten çok farklı kişilik olmuşlar ve her ne kadar Liam Aiken’la alıp veremediğim olmasa da, Louis Hynes’ın Klaus’u daha düzgün bir tasvir olarak gözüktü gözüme. Filmdeki Klaus daha uzak, soğuk ve sessiz biriydi dizidekine oranla. Bir kitapkurdunun, özellikle de asosyal-vari olanının, normalde böyle olmasını beklemek en doğal düşünce elbette; fakat dizi Klaus’unun ortaya konuş şekli daha tatmin etti beni. Sürekli olarak “o kelimenin ne anlama geldiğini biliyoruz/bunun anlamı aslında şu demek/şunu şurada okumuştum” gibisinden replikleriyle Klaus’un asıl ruhunu yansıttıkları için bu bakımdan dizi bana daha başarılı geldi. Bilemiyorum, siz ne düşünürsünüz…
Ah Referanslar Bebeğim!
Her bölümde gerek kitap serisine gerekse diğer yapımlara (edebi işler, filmler vs) yapılan göndermeler o kadar yerinde ve tatlıydı ki, her birinde gülümsemeden edemedim doğrusu. Sürekli olarak yazarlara yapılan göndermeler, kitabın pesimist ruhuna yaraşır sözlerle Talihsiz Serüvenler severleri çeken bir etkendi bana kalırsa. Her birini çok net hatırlamasam da, diziyi bitirdiğimde en net şekliyle aklımda kalan detay Klaus’un “Neden hep biz bir şey öğrenmek üzere olduğumuzda birileri öksürüyor?” minvalindeki cümlesi beni fazlasıyla tatmin etti. Yahu çocuk işi çözmüş, daha ne konuşuyoruz…
İkinci Sezon Olacak Mı?
Netflix platformu söz konusu olunca, reytingler o kadar da belirleyici bir etken değil biliyorsunuz ki. Reytinge göre bir dizinin hayatına devam etme durumu katı bir kural olarak koyulmamış. O nedenle, ikinci sezonunun olmaması için daha baştan bütün sebepleri aza indirgiyor yapım. Ama yine de bu bildiklerimizi bir kenara bırakırsak, çoğu Reddit kullanıcısının da dikkatini çeken küçük bir replik var ki, aslında dizinin ikinci sezonunun garanti olduğuna kesin bir kanıt. Kont Olaf’ın son bölümlerde çocuklara söylediği “Bu yıldan ne öğrendiniz? Ya da bu haftadan? Sezondan?” lafındaki “sezon” kısmı, birçok izleyiciye göre ikinci sezona giden yoldaki kolaylığın sebebi. Dizide bunun gibi birçok gönderme var zaten, sadece bu olsaydı ihtimal olarak düşünülmesi de söz konusu olurdu ama yapılan birçok gönderme ve ince detayla aslında bunun bize hissettirilmek istenen bir gerçek olduğunu da göz ardı edemeyiz. Zaten her şey bir kenara, bu söz söylenmese bile ilk dört kitabı ele almalarından geriye kalan dokuz kitabı da bir şekilde ele almaları gerektiğini her izleyici rahatlıkla anlayabilirdi. Fakat yine de böyle minik detaylar, senaryo dışı göndermeli sözler bizim hoşumuza gidiyor, ne yapalım.
Özet Geç Diyenlere Özel Değerlendirme
- Kaç Puan?: Benden 8/10 alır en azından.
- En Başarısız Yönü?: Yeşil ekran demekten dilimde tüy bitti.
- En Harika Olayı?: Kitapların havasını dibine kadar yansıtıyor oluşu ve o malum twist.
- Uyarlama Konusunda Başarılı Mı?: Fazlasıyla. Kitaplara oranla eksiklik çok az.
- Ne Kadar Sürükleyici?: Kaç dakika kaldığına bakacak bir-iki insan falan olur.
- Filmi mi Dizisi mi?: Bu saatten sonra kesinlikle dizisi.
- İzlemeli Mi?: Tuhaf karamsar ironik esprileri veya Talihsiz Serüvenler serisini seviyorsanız, izlemezseniz ayıp olur.
1 Comment
bence talihsiz serüvenler dizisi çok güzel bir dizi ama 3 yada 4 sezon fazla olsaydı 5 puan verirdim ama 3 puan verdim
talihsiz serüvenlerin yapımcıları lütfen yeni sezon çıksın(bitince dizi çok üzüldüm)