Türkiye’de çizgi roman denince çoğunluğun aklına yaşlarına göre ya Teksas–Tommiks gelir, ya da Spider-Man. Halkımızın çoğu Türkiye’de de çizgi roman yapıldığını bilmez bile, çok başarılı işlerimiz olduğu halde. Belki de bu işlerin en başarılılarından biri de Seyfettin Efendi.
Seyfettin Efendi 1900’lerin başlarında dedektiflik yapan bir karakter. Dedektif kelimesini duyduğumuz anda birçoğumuzun aklına Sherlock Holmes geliyordur, ki ilk bakışta bu yerinde bir benzetme olur. Seyfettin Efendi’nin Olağanüstü Maceraları’nın ilk hikayesi başlar başlamaz ilk karşımıza çıkan sahne elinde fincanıyla son derece rahat ve karizmatik duran Seyfettin Efendi’nin adeta sıkılırcasına bir olağanlıkla bir vakayı çözmesi oluyor. Fakat hemen burada çok önemli bir farkı da görüyoruz, Seyfettin Efendi’nin son derece sistematik çalışan bir ekibi var.
Bu ekip, Seyfettin Efendi’nin gerçekçi bir hikaye olmasında en büyük etkenlerden biri. Tabii ki fantastik öğeler var; ve Seyfettin Efendi’nin zekasından tutun da pehlivan İsmail’in insanüstü kuvveti olsun, biraz abartılı olabilir. Fakat tamamen sıradan insanların maceraları herhalde pek de olağanüstü olmazdı zaten. Ancak Holmes ve benzerleri genellikle okuyucuya “Yok artık!” dedirtecek cinsten başarılar elde ederken, bu çizgi romanda pek abartı hissedilmiyor.
Belki de bunun en iyi örneklerinden birisi ekipten Doktor Aziz’in adli tıp çalışmaları olabilir. Bize uzak geçmiş gibi de gelse, 1924 yılında bir dedektifin hiç araştırma yapmadan tahmin yürütmesi absürt olurdu. Bir cinayet araştırması sırasında Doktor Aziz cesetleri inceliyor, kan örnekleri alıyor, bu örnekleri mikroskopta inceliyor…ve çok fazla bir şey bulamıyor. Ne kan tahlillerinden sonuç çıkıyor, ne de ölüm saatini saptayabiliyor. Bulabildiği sonuçların arasında tek elle tutulur olan kurbanların karşı koymadığı. CSI dizilerine alışmış bir okuyucu için hiçbir işe yaramamış gibi gelebilir fakat aslında gizemin çözülmesinde kilit rol oynuyor. Elindeki imkanlarla bundan fazlasını yapabilseydi pek inandırıcı olmazdı.
Bir ekibinin olması Seyfettin Efendi’yi her işi kendisi yapmaktan da kurtarıyor. Nispeten dövüşebiliyor ve silah kullanabiliyor tabii, çünkü kahramanlarımızın beceriksiz olmasını pek sevmeyiz,fakat keskin zekasının yanında bu tür yetenekleri son derece geride kalıyor. Neyse ki İsmail ve Esat bu tür şiddet eylemleri konusunda fazlasıyla yetenekliler de yine keyifli dövüş sahneleri görebiliyoruz.
Fakat bütün bu söylediklerim çoğunlukla Olağanüstü Maceralar serisi için geçerli. Uzun, detaylı bir macera yazarken tutarlılığa çok daha özen göstermiş Devrim Kunter. Oysa Seyfettin Efendi’nin bir serisi daha var ki o da Esrarengiz Hikayeler. Farklı yazarlar tarafından yazılmış bağımsız kısa hikayelerden oluşan bu seri adından da anlaşılabileceği gibi çok daha fantastik. Gerçi ikisinin de başında yazarımız hikayelerin Seyfettin Efendi’nin notlarından alındığını ve mübalağa içerebileceğini belirterek kendini sağlama alıyor, ama yine de iki seri arasında ciddi bir fark görmek mümkün.
Olağanüstü Maceralar’ın ilk hikayesi olan “Yeditepe Canavarı” bir vampir tarikatı üzerine kurulu. Fakat maceranın sonuna kadar bahsi geçen vampiri pek net göremiyoruz, ancak ekibimizin incelemeleri var elimizde. Gerçekten fantastik bir durum olup olmadığını anlamamız mümkün değil. Oysa açılış sahnesinde çok önemli bir ipucumuz var. Seyfettin Efendi’nin yüzünü ilk gördüğümüz anda söylediği cümle “Hayalet diye bir şey yoktur.” Buna ısrarla inanan Seyfettin birkaç sayfa içerisinde bir hayalet iddiasının aslında projeksiyon olduğunu ortaya çıkarıyor. Bu aslında okuyucuya vampirin de “gerçek” çıkmayacağı konusunda bir ipucu. Fakat ne kadar seri katil vampirimiz sadece delinin biri çıksa da, yaptığı ayinler ve arkasındaki gizemli tarikat konusunda bazı karakterlerin şüpheleri var. Seyfettin Efendi hiçbir doğaüstü olaya inanmasa da, sadece bu seferkinin doğaüstü olmadığını kanıtlıyor. Okuyucu belki de sonraki sayılarda doğaüstü bir şeyler çıkabileceğini varsaymakta serbest, ama öte yandan kesinlikle çıkmayabilir de.
Esrarengiz Hikayeler’e geldiğimizde ise ilk hikaye olan “Bir İntihar Vak’ası”nda Seyfettin Efendi karşımıza adeta Batman olarak çıkıyor. Yere sabitlediği bir kabloyla kuleden atlayıp düşmekte olan bir çocuğu havada yakalayarak sağ salim indiriyor. Devrim Kunter yine karakteri fazla abartmamaya özen göstermiş olacak ki en azından bunu yaparken omzu çıkmış. Fakat yine de burada yetenekleri çok daha abartılmış bir Seyfettin Efendi’nin bilimselliği çok tartışmalı hareketler sergilediğini görüyoruz. Hikayede yıl dahi verilmediği göz önüne alınırsa, belki de bu Seyfettin Efendi’yi gözlerinde büyüten halkın abartması bile olabilir. Kunter’in kendisini yazar değil tarihçi rolüne büründürmesi hikayeye muhteşem bir esneklik katıyor tabii.
Farklı yazarlar farklı yaklaşımlar demektir. Nitekim “Derinkuyu Muamması”nda sıradan bir entelektüel olan Seyfettin Efendi insanları korkutmak için canavar kılığına giren, ki bunu da pek beceriksizce yapan, bir adamla karşılaşıyor. Son derece olağan bir hikaye (“sıradan” demek istemiyorum, çünkü gayet güzel yazılmış). Oysa “Yedi Uyurlar”da düşmanı Kara Sabahat Hanım ile bir olup insanlara hayal gösterip onları yiyen dev bitkilerle boğuşup, on yıla yakındır mağarada kapalı kalmış bir adamı kurtarıyorlar. Takdir edersiniz ki bu çok daha fantastik. Oysa burada bile bir kıvırma şansımız var, feromonların etkisi altında halisünasyonlar gören Seyfettin Efendi’nin anlattıklarına çok fazla güvenemeyiz. Hâlâ makul bir açıklaması olabilir. Fakat bu söylediğim “Schrödinger’in Köpeği” için kesinlikle geçerli değil. Başka bir boyuttan dünyamıza geçmeye çalışan birisini görüyoruz, fakat başarılı olamayıp yok oluyor. Öbür macerada canını kurtarmak içen yok ettiği ilginç bitkiye üzülen Seyfettin, burada bu kadar şaşırtıcı bir olaya “Yazık, neyse karnım acıktı.” şeklinde tepki veriyor. Tamam, büyüyle değil “bilimle”(en azından çizgi roman bilimiyle) açıklanacak bir olay, fakat yine de doğaüstü şeylere sertçe karşı çıkan bu kadar zeki bir adamın en azından meraklanmasını beklerdim. Kötü bir hikaye değildi, ama “acaba doğaüstü bir şey olacak mı olmayacak mı” diye sormaktan “doğaüstü şeyler var ama umurumuzda değil” noktasına gelmek benim için biraz sarsıcı oldu.
Her şeye rağmen, Devrim Kunter’in vizyonuna bağlılığını sadece vampirler ve bitkiler üzerinden ölçmek son derece adaletsizlik olur. İnanılabilirlik ile ilginçlik arasındaki dengeyi korumak için gerçekten çok uğraşmış. Belki de bunun en dikkat çekmeyen fakat en önemli örneği de kullandığı dil. Gerek kelime seçimleriyle, gerek üslubuyla, okuyucuya o Osmanlı havasını veriyor; fakat yine de son derece anlaşılır bir şekilde yazıyor. Anakronizmlere yol açmamak için zamanın gereksinimlerine dikkat ediyor, hikayeyi modern bir bakış açısıyla dönüştürmüyor. Örneğin 1924’te geçen bir hikayede Seyfettin Efendi tahtada not alacağı zaman Arap harfleriyle not alıyor (Arapça değil, Türkçe olarak) çünkü Harf Devrimi’ne henüz dört yıl var.
Tabii bu noktada ekibin henüz bahsetmediğim son üyesi giriyor, Münevver. Münevver’in tavırları ve giyimi son derece modern. Ekibimiz de, belli ki biraz da Seyfettin Efendi yüzünden, onu öyle kabulleniyor. Seyfettin’in dışındakiler alındırmadan laf söylemeye çalıştıklarında ağızlarının payını veriyor Münevver. Son derece akıllı ve yetenekli bir karakter kendisi, teknoloji bilgisiyle insanı şaşırtacak icatlar yapıyor. Bazı okuyucular bu noktada karşı çıkıp bu karakterin “fazla” modern olduğunu, tamamen kitabı satmak için dahil edildiğini düşünebilir. Bu son derece yanlış olur. Münevver’in kıyafetleri şık da olsa son derece kapalı. İçeride, sadece ekiple birlikteyken saçı açık; fakat her dışarıya çıktığında saçını kapatıyor. (Tek istisnası “Schrödinger’in Köpeği”, fakat o da ta 1935 Taksim’inde geçiyor.) Başörtüsüyle değil de Amelia Earhart gibi görünmesini sağlayan bir başlıkla belki, fakat sonuçta o zamanki toplumun bile çok fazla eleştirebileceği bir görüntüsü yok.
Benim belki tek bir eleştirim olabilir kendisi hakkında, o da karakterizasyonla değil tasvirle ilgili. Olağanüstü Maceralar’ın ilk kapağında ekibimizi görüyoruz. Ortada son derece karizmatik Seyfettin Efendi duruyor, diğer üyeler de V şeklinde arkasına dizilmişler. Seriyi tanıtmak için çok güzel bir kapak, görsel olarak da muhteşem. Fakat erkek karakterler vesikalık çektirir gibi düz durup okuyucuya bakarken, Münevver Amerikan çizgi romanlarının klişeleşmiş “boobs and butt” pozuyla arkasını dönüp omzunun üstünden bakıyor bize. Ekipteki yerini zekasına ve icatlarına borçlu olsa dahi bir kadın karakterimiz olduğu anda onu seksileştirme gereksinimi beni hafiften rahatsız etti. Güzel olmasında bir sakınca görmüyorum, erkek karakterler de çok yakışıklılar sonuçta, fakat genel olarak karakteri son derece saygılı ve düzgün bir şekilde ele alan Devrim Kunter’e bu pozu çok yakıştıramadım. Yine de poz abartılı verilmemiş, bazı çizgi romanlardaki gibi beli kırılacak gibi durmuyor, dolayısıyla bunu cinselliği kullanmaktan ziyade endüstride çok kullanılan bir geleneğe selam çakmak olarak kabul edeceğim. Esrarengiz Hikayeler’e geldiğimizde bu sefer ekibimiz kitabın tonuna uygun bir şekilde çok daha havalı ve saldırgan bir pozdalar, Münevver de en az diğerleri kadar karizmatik ve tehlikeli duruyor; demek ki bir kerelik bir şeymiş.
İşin özüne gelirsek, genel olarak Seyfettin Efendi Türkiye standartlarıyla falan değil; dünya çapında bile baksak son derece başarılı bir yapım. Gerek polisiye sevenler, gerek o Osmanlı havasını sevenler, hatta ne olursa olsun sadece iyi yazılmış bir hikaye ve güzel çizimler görmek isteyenler bile çok sevecektir kendisini. İki farklı seri götürmek okuyucu için biraz kafa karıştırıcı olabilir, ama çok doğru bir karar, ikisinin de farklı tatlarla bir araya gelerek Seyfettin Efendi evrenini renklendireceklerine eminim. Cümlemize hayırlı uğurlu olsun, iyi okumalar efendim.
A. Filinta Abuşoğlu