Kendimizi, yaşadıklarımızı ifade etmek için kelimelere sığınıyoruz. Onları uç uca bağlayarak içine kurulduğumuz dünyayı çevrelemeye çalışıyoruz. Oysa her ne kadar kelimelerin hâlâ en havalı icadımız olduğunu düşünsem de kabul edelim, her şey kelimelerin çapıyla ölçülmüyor. Örneğin o çok sevdiğimiz şarkının göğsümüze düşürdüğü yangını, kelimelerin büyüsüyle aktarabiliriz çevremize. Ancak sihirbaz tarzı bir dönüştürmedir bu, elimize geçen en iyi ihtimalde gerçeğe yakın bir yanılsamadır. Görmek gibi. Çoğu zaman zihinlerin içinde saklı olanı apaçık görebilmek ve gösterebilmek için bulmacamsı bir oyun oynarız kelimelerle. Ne kadar başarılı oluruz? Tam olarak bilmenin yolu yok. Üstelik kelimelerin kalkanını edinmeden önce dünyayla kurduğumuz bağdır görmek; daha çıplaktır. Bu yüzden dünyayı böyle algılayabilenlerimiz için, dokunmaktan-duymaktan bile ağır basan bir tarafı vardır tanıma çabamızda.

Görme Biçimleri, işte böylesi bir gücün etrafındaki kapanları fark etmemizi isteyen, John Berger ve arkadaşlarının desteğiyle hazırlanan bir kitap. Aslında Everest’i yeniden keşfediyorum, görsel iletişimle uğraşan pek çok kişi için başucu kaynağı bir eser hâlihazırda. Kitap bir televizyon programından uyarlama hatta. Türkçesi Metis yayınlarından çıkmış, çeviren Yurdanur Salman. Akıcı, sade bir dili olduğu ve konularını karşılaştırmalı örneklerle anlattığı için akılda kalıcı. Üstelik patikayı gösterecek kadar rehber olsa da, yolda gitmeyi bize bırakan bir kitap. Kendi yorumumuza sahip çıkmamızı istiyor kısaca. Bu yüzden içindeki yedi denemenin bazısı sadece görsellerle ilerliyor. Ben bu başka düşüncelerin baskısı olmadan kendi sesimizi dinleme olayına tav oldum, itiraf ediyorum. Bunu yapmamız o kadar çok engellenmiş ki başta zor oluyor. Sürekli sen anlamazsınlara alışan bünye, önce ürkekçe salınıp söz söyleyebilme gücünün tadını aldıkça açılıyor. Tabii bu bilmişlik kendi dediğimi kendim duyduğum için de olabilir.

Gallery of Archduke Leopold Wilhelm in Brussels

Avrupa’da yağlı boya resmin gerçek ününü kazandığı zamanlara yani ortaçağa gidiyoruz önce. Resim sanatının o dönemlerde nasıl olup da bu kadar takdir topladığını, birbirinden renkli tabloları satın alanlar için ne ifade ettiğini ve gösterilenlerin gözünde neye dönüştüğünü irdelemeye başlıyoruz. Sahi hiç düşündünüz mü o gösterişli duvarlarda sergilenen, ihtişamlı altın çerçeveli tablolara bakmak size ne hissettiriyor? Ya da ne hissetmeniz amaçlanıyor?

Kopyala yapıştırın gücüne kavuşan bizler için sanat yapıtının değerini, konulduğu bağlama göre çağrıştırdıklarını tartışmaya açıyor ilk denemenin yazarı Walter Benjamin. Sanatı ‘bilirkişilerin’ eline bıraktığımıza ve müzelerin havasına karışan üstünlük vurgusuna değiniyor sırasıyla. Resimlere biriciklik kazandırılarak üstün azınlığın güç gösterisine çevrildiğini fısıldıyor sayfalar. Bu konulara benim gibi daha önce dalmamışsanız eğer, okuduklarınız önünüzde yeni ufuklar açıyor. Tabloların dokunulabilir, satın alan için altın bir avizeden pek de farklı olmadığını anlamaya başlıyorsunuz. Oldukça değerli ve zahmetsiz bir mülk aracı.

The Paston Treasure

Kitabın içlerine doğru ilerledikçe kadın ve erkek görme biçimleriyle ilgili analizler çıkıyor karşımıza. Kadınla erkeğin toplumsal eksende oturtulduğu roller ve bu rollerin her ikisini de mecbur kıldığı ikiliklere değiniliyor. Daha çok yanan ne yazık ki kadın tarafı oluyor. Öznel değerlendirmeye açık ancak bana kalırsa doğruluk payları oldukça yüksek yazılanların. Özellikle kadınların dışarıdan nasıl göründükleri üzerine de kimlik inşa ettikleri ve her daim davranışlarını gözeterek yaşadıkları fikri tanıdık geliyor. İkinci anlatı da buna çok yakın bir yerden doğuyor zaten. Yazar eleştirinin kabasını atınca, bu sefer kadınların seyirlik olma durumlarını irdelemeye başlıyor.                                                

Penitent Magdalene

Havva ve Âdem tasvirlerinden beri devam eden, ortaçağ yağlıboya tablolarından günümüz reklam sektörüne, daha da önemlisi yaşamın ta içine dek sinen, kadının seyirlik obje olarak etiketlendiği bahsi ileri sürülüyor. Üstelik yazara göre kadın da çoğu zaman seyredildiğinin farkında. Reklam sektörünün neredeyse tamamen üzerinden yürüdüğü bir konu bu. Daha iyi anlayabilmemiz için kadınların resmedildiği birkaç ortaçağ tablosuna ve popüler bir kadın oyuncunun çektiği reklamlara bakmamız öneriliyor. Her ikisinin de benzer duruşlar ve ifadelerle bezendiğini görebilecek miyiz? Onlara bakan gözlerin erkek mi kadın mı olduğunu düşünürsek neye ulaşırız? Cevabı tahmin etmek zor değil. Tartışan ve bu böyledir diyen dayatmacı bir üslup yok, aksine sözlerini kanıtlarıyla ortaya koyan bir dedektif sakinliği asılı kitap boyunca. Yani hodri meydan, düşüncenizi kuşanın gelin.

Son durağımızda reklamlar ve satın alma gücünün ne anlama geldiği konusu var. Yazarına göre günümüzde durum daha da fena, bize var olan şeyleri de geçip hayali ne varsa satmaya çalışan, gözünü sürekli geleceğe diken bir düzenle karşı karşıyayız. Ve bu hızlı çarka yetişmemiz isteniyor. Reklamlar durmaksızın düş satıyor. Kahramanlık, arzu, kıskançlık ve güç satıyor. Kitabın bahsettiği tiplemeler bana bir yerlerden tanıdık geldi. Bugün özellikle ınstagram kadrajlarının içinden hep uzaktaki bir yerlere bakan, yüksekten çekilen pozlarıyla birilerini getirin gözünüzün önüne. Sizinle aynı hizada değiller ve değerli olan bu mesajı iletilmiyor mu? İş saatlerimizin arasına sıkışmışken, kendimizi kendi hayatımızdan kesip çıkartıp onlarınkine hayran olmaya davet edilmiyor muyuz? Herhangi bir reklamda hep gülen, çekici, asla reddedilmez imajı çizen insanlarla kıyaslanmıyor, insandan daha başka bir şey olmamız istenmiyor mu? Ya da fazla mı dramatiğim? Ama durun, ben kitabın yalancısıyım.

Bize sunulan kişiler çoğu zaman giyilebilecek kostümler gibi, birbirinin aynısı kişiliksiz ifadelerle durup yerimizde sen olabilirsin diyorlar. Apaçık yapmıyorlar bunu ama kusurları örten filtrelerle, tüm o süslü kamera açıları ve ışık oyunlarıyla gözlerimizin önüne erişilmesi gereken hedefler serdikleri bir gerçek. Peki, onlar her anlarında alabildiğine mükemmeli mi yaşıyorlar? Kitabın son bölümü işte bunları sorgulamaya itiyor okurunu. Bunlar hiç duymadığımız şeyler değil,  hatta pek çoğunuz zaten biliyoruz bunları diye düşünmüştür. Ancak Görme Biçimleri, bu bildiğimiz şeylerin içini dolduran detaylara değindiği için kıymetli. Bilmenin ötesinde fark ettiriyor. İster istemez gözlerimizi sağdan sola çevirirken, daha dikkatle bakıyoruz etrafımızda dört dönen imgelere.

İnsana özgü bir kıskançlığa kapıldığımız ve adil olmayan bir yarışa tutulduğumuzdan dem vuruluyor bir yerde. Hatta kendimizi o kişilerin yerine koyup avunduğumuza, soğuk gerçeklerimizden kaçtığımız için ilerleyemediğimize geliyor söz. ‘İnsan her gün olduğu ve olmak istediği arasındaki uçuruma uyanıyor.’ Bu uçurumu kısaca da olsa kapatmayı vadeden tatlı hayallere kanmaya gönüllü olduğumuz söyleniyor. Bilmem katılır mısınız? Benim gönlüm onlardan beslenen birisi olarak, kapıyı hayallerin yüzüne o kadar sert kapatmaya el vermiyor.  Ancak kitap aklıma şu soruları düşürmeyi başardı: Bu kadar çok mesaj iletilen bir çağda neleri, niçin görmemiz isteniyor? Mevcut halimle ne kadar mutluyum? Ve dışarıdan aldıklarımızla ne kadar mutlu olmamız bekleniyor?                                                                            

Mr. and Mrs. Andrews

Neye yakın olursanız olun anlaşılıyor ki, gözlerimiz aracılığıyla zihnimiz durmadan talan ediliyor. Ve bundan çoğunlukla haberimiz dahi olmuyor. Zihnimize bu izinsiz sahip çıkış endişelendiriyor beni. Bu sessiz savaşa korunarak çıkma ihtiyacı hissediyorum. Elbette paranoya bayrağını çekelim, reklam sektörünü kötü kahraman ilan edelim ve her şey hakkında sürekli tetikte yaşayalım demek değil bu. Ancak şunu kabul ederek başlayabiliriz belki de: Bize sunulanları sınırlarımızdan sorgulamadan geçirmemeliyiz. Kaçak geçmeye çalışanları yakalamak için dikkatli olmalı ve biraz da kendi doğamızın ayırdına varmalıyız.

Çoğumuz akşamlarını evde pijamalarla geçiriyoruz. Özellikle geekler olarak haftalık keyfimiz film, dizi izlemek ya da kitapların, oyunların kafa açan dünyalarına yumulmak. Hayat biraz monoton bir şey işte. Çok az anı parlak, geneli idare eder. Belki hayatın böyle olmasında sorun yoktur. Belki bilindik rutinlerimize sığınmamız, zannettiğimizden daha kıymetlidir. Siz ne dersiniz?  

Kitabı almadan da içeriğini, fotoğraf ve resimleri incelemek isterseniz tavşan deliği buradan: https://www.ways-of-seeing.com/

Yazar: Cansu Özbay

Author

Dünyanın en ihtiyacı olduğu anda ortaya çıkarak çeşitli konularda fikirlerini belirten yazarlar. Bir konuk yazar asla geç yazmaz, erken de yazmaz. Onlar, tam yazmaları gereken zamanda yazarlar.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.