Yaşamlarımız tekdüze. Ki, yaşamlar çoğu zaman, iyi ki veyahut maalesef ki, tekdüzedir. Rutin oluşturmaya meyilli bir canlıyız. Bunun çok kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Tabii, kimimiz için yaslanabildiğimiz sağlam bir duvar, kimimiz için boynumuza bağlı bir taş belki. Hirayama, yani baş karakterimiz, ilk kategoriye giren insanlardan, bundan da mağrur bir gurur duyduğuna eminim. Şimdi bahsedeceklerimiz, onun ve yeknesak yaşamının hikâyesi.

Ben bu filmi Film Ekimi sayesinde çok tesadüfi şekilde izledim. Eğer konuyu takip ettiyseniz çok fazla eleştiriye kulak vermişsinizdir, ben de ülkede kültür politikaları çok ciddi değişimler geçirmeli diyor ve susuyorum, dalarsam içine çıkamayacağım bir konu olacak çünkü. Film vizyona girecek mi bilmiyorum, internetteki araştırmalarım çok bir sonuç vermedi: Ancak eninde sonunda izleme şansını elde ederseniz, neden olmasın, ileride size bu yazı sayesinde tanıdık gelirse, belki sessiz bir gününüzün tatlı bir sonu olur film. Tam da bu yüzden oldukça spoilersız tutmaya da çalışacağım–ancak tabii, böyle bir filmde spoiler denen şeyden söz edilebilir mi, göreceğiz.

Sessiz bir gününüz diyorum, her filmin bir dönemi var bana kalırsa. Bir filmin yaşamınızın hangi dönemine denk geldiği aldığınız zevki inanılmaz değiştirebilir, o nedenle şimdi Perfect Days benim beğenimi ne sebeple kazandı irdeleyelim, mevsimsel bir sevda mı bu?

Film, Tokyo’da umumi tuvalet temizliği işinde çalışan ve rutinlerine/ritüellerine sıkı sıkıya bağlı Hirayama’yı takip ediyor. Eleştirileri şöyle bir incelerseniz bazı temel noktalar göreceksiniz: Fazla temiz, fazla şık, biraz klişe. Oysa ben, beğendiğim noktalar tam da bunlar diyorum. Film her şeyiyle basit: Sizi bilmem, ben basiti severim. Klişe şarkılar mı çalıyorlar? Ben hepsini seviyorum, Lou Reed dinleyelim tekrar tekrar, House of the Rising Sun’ı bir kez daha duymanın ziyanı mı var? Çalışmayı odak noktası yapan çoğu filme benziyor mu: Bir kez de Wall Street’te değil de Tokyo’da izleyelim o hâlde. Çok temel yapıtaşlarını, tahmin edilebilir anlarını bu kadar seveceğimi salondaki ışıklar ilk kapandığında tahmin edememiştim.

Ne de olsa, hayat ne kadar tahmin edilebilirse, Perfect Days de o kadar tahmin edilebilir sahnelerle örülmüş bir film.

Fazla somut bir metafor bu: Örgü örerken de böyle değil midir, tahmin edemeyeceğiniz bir şey çoğu zaman olmaz ancak ip kaçmak zorundadır. Eninde sonunda ilmek kaçırırsınız, yazılmamış bir kuraldır bu, oldukça da basittir. Tıpkı hayat ve Perfect Days gibi.

Bu basitlik filme bana kalırsa tatlı bir hat oluşturuyor. Belki ben de Hirayama gibiyimdir, filmin ritmik tekrarlarından hoşlanmışımdır. Çünkü tabiri caizse her perde, karakterimizin yatağından çıkışıyla başlıyor ve yatağına tekrar girişiyle sona eriyor. Filmin devamında daha geniş periyotların da rutinlerini görmeye başlıyoruz; çarşıya inişler, belli dükkanlarda iş halletmeler. Tüm bunların arasındaysa, insan olmakla alakalı çok belirgin hüzün anları.

Bu film Groundhog Day değil, günlerin aynılığı yapay değil; bizim yaşamlarımız gibi aslında içinde beklenmeyen sonsuzu barındıran günler bunlar. Herhangi bir anında sıkılmak zor, estetiği de buna yardım ediyor olsa gerek, neredeyse kareye sıkıştırılmış pastel renklerin kitabı var önümüzde.

Bunların dışında kalansa, iki şey var bana kalırsa: İlki Hirayama. Benim için kendisi mükemmel bir karakter. Az konuşuyor, az kıpırdıyor, filmin sonuna doğru tüm bu özellikleri değişmiş oluyor. (Ya da belki değişmemiştir. Ya da belki önce değişip sonra tekrar geri kabuğuna çekilmiştir, yaşam böyle değil midir?) Olabildiğince iyi niyetli, sonsuz derecede kibar, basit şeylerden zevk alıyor. Zaten filmin yarısında fark ediyorsunuz ki, bu bir keşiş öyküsüymüş, minimalist evi bir manastır, yaşamı bir nefsi terbiye okuluymuş; varsıl ailesinden kim bilir hangi sebeplerle kaçan biri o.

Yani kısacası, entelektüel. Her gece Faulkner okuyup sonra bedenini belki de kendince fazlalık saydığı her şeyden arındırıncaya kadar çalıştırmasında kasti bir şeyler var. Burada bir soru doğuyor: Zaten küçük bir yaşama doğsaydı şayet, mutlu olabilir miydi? Yoksa, dünyanın ve materyalin çok daha geniş olduğunu bilerek kendine şu hayatta oldukça kısıtlı sınır çizmekte ayrı bir keyif mi var?

O küçük sürpriz anlarına, yoğun duygulara anahtar deliğinden bakmak daha mı şanlı?

Ve Hirayama’dan hareketle geliyoruz işte o klasik soruya: Nasıl mutlu olacağız? Hirayama mutlu mu? Biz mutlu muyuz? Pisuar temizlemekle mutlu olunabilir mi? Her iş, bir diğerine kıyasla pisuar temizlemek değil midir? Pisuarlar neden var? Pisuarlar mutlu mu peki?

Pisuarları bilmem, Hirayama mutlu gibi. Ancak Hirayama ağlıyor. Öyle içli içli, En İyi Aktör ödülüne öyle yaraşır ağlıyor ki siz de kendinizi tutamıyorsunuz. Ama Hirayama ağaç da büyütmeye çalışıyor ve temizlik yaptığında, sanırsınız bir daha kirlenmeyecek hiçbir yer. Kitap da okuyor, rüya görüyor, bazı idealleri var, hayalleri depderin. Filmin çekirdeğinde belli belirsiz bir karakter yatıyor: 影. Gölge. Bu karakterin kendisi de geçmiş zamanlardan gelen bir gölge, anlamın gölgesini taşıyan çiziklerden ibaret. Hirayama gölgelere bakıyor, ağaçların ışıyan yapraklarını, silüetlerini çekiyor kamerasıyla. Aşklarını uzaktan yaşıyor, sessizce sevinip sessizce üzülüyor. Gülerken ağlıyor. Ağlıyorken gülüyor.

Filmin iskeleti, Hirayama’sı dışında, bir de minik, önemsiz görünümüne gizlenmiş anları var. Tüm bunlar, bana kalırsa, tıpkı Hirayama’nın büyüttüğü tomurcuklar gibi, filmin kimi anlarında tomurcuklanan insani refleksler. Filmden ana hatları çıkarınca geriye bu tomurcuklar kalıyor, insanın göğsünden gayri ihtiyarı çıkan tüm iyi ve kötü kelimeler, tüm kahkahalar ve gözyaşları.

Basit mutluluklar gibi çok basit hüzünler: Hepsi her yaşama sığan hüzünler, birkaç nesle yayılan hüzünler, olamamışların ve olmuşların ayrım yapmayan ama yine de insan omzuna çöreklenen hüzünleri. Ölüm gibi, hastalık gibi çok basit hüzünler, karşıdakinin açgözlülüğü veyahut kendi içimizdeki kibir gibi fark edince iğne gibi batan hüzünler.

Ama Hirayama, hemen affediyor. Gece yarısı onu yarı yolda bırakan tüm gençlik budalalıklarını, başkalarının durgunluğunu fırsat bilip ona bindirdiği tüm yükleri affediyor; başkasının mutlu olma olasılığıyla, bir paket çikolatayla veya hastalık gibi çok gerçek haberlerle. Kimi şeyler pahasına yüreğindeki katı tüm duyguların çözünmesine izin veriyor.

Belki gölgelerin üst üste binmesine izin vermemeliyiz biz de.

Belki, kulağınıza girdi mi diğer şeyleri silen bir şarkı açtıktan sonra yapılacak en yüce şey bu.

Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.