Şimdi mesele Chrono Trigger olunca bir yazı kime ne ifade eder, inanın hiç bir fikrim yok. Eğer yabancı retro-oyun tutkunu siteleri ve Youtube kanallarını takip ediyorsanız mevzubahis oyunumuzun RPG tarihinde ne denli öneme sahip olduğunu biliyorsunuzdur. Belki çocukluğunuzda Nintendo oyunlarını oynama fırsatı edinmişsinizdir, o zaman Chrono Trigger’ın kalbinizdeki nostalji kaslarını çalıştırması hayli yüksek. Gerçi Türkiye’de 90’lar her mahallede sadece birer adet SNES veya Sega Genesis’in bulunduğu, evlere giren diğer konsolların hep çarşılarda satılan korsan taklitlerden ibaret olduğu zamanlardı, bu yüzden yazıyı okuyanlar arasında gerçek SNES deneyimi yaşamışların sayısının çok da yüksek olmadığını farzediyorum… Ya da tüm geek/nerd alışkanlıklarınıza rağmen oyunu daha evvel hiç duymamışsınızdır, bu da mümkün. Vaziyet ne olursa olsun şurası gerçek ki, günümüzdeki tüm modern (J)RPG’lere inat, 1995 doğumlu Chrono Trigger hem konusu hem de oynanışı ile her yaştan oyuncuya hitap etmeyi bilen nadide işlerden biri olmayı sürdürüyor.
Chrono Trigger ile şahsi maceram bundan üç sene evvel başlamıştı, ancak kontrollere adapte olamadığım için birkaç saatlik oynama süresini geçememiştim. Geçtiğimiz haftalardan bu sefer 2009 yılında piyasaya sürülen Nintendo DS versiyonu ile maceraya yeniden girişme kararı aldım, size de hem daha uzun hikayesi hem de elden geçmiş arayüzünden ötürü bu versiyonu öneriyorum.
Hikayemiz fantastik ve teknolojik öğelerin bir arada barınabildiği, dünya benzeri bir gezegende orta çağ yıllarında geçiyor. Hikaye başlamadan 400 yıl kadar önce insanlık Magus isimli bir büyücüye karşı verdiği büyük bir savaş vermiş ve zafer kazanmıştır. Biz de bu zaferin kutlamalarından olan Millennial Şenliği’ne katılan Chrono isimli genç bir savaşçıyı canlandırmakla işe başlarız. Şenlikte her şey yolunda gitmektedir, biz de bir süre şenlik etkinliklerinde vakit geçirip küçük bahis oyunlarıyla günümüze renk katar, bu sırada genç ve güzel Marle ile tanışma fırsatı ediniriz. Ancak video-oyunların dünyasında hiçbir şenlik sakin başlayıp öyle bitmez, Milennial Şenliği de Chrono’nun arkadaşı Lucca’nın icat ettiği ışınlama cihazının arızalanması ile bu kurala uyar. Cihaz bu arızanın ardından bir “zaman makinesi”ne dönüşür ve Marle’yı bundan 400 yıl öncesine gönderir. Biz de tahmin edileceği üzere gözükara bir şekilde Marle’yı kurtarmak için oluşan boyut kapısından içeri atlarız.
Bu ilk zaman yolculuğu vakamız oyun içinde gerçekleşecek sayısız yolculuktan sadece biri olacaktır. İşin daha da cezbedici kısmı ise Chrono Trigger’ın bu yolculuklardaki sıçramalar konusunda kendini hiç kısıtlamaya ihtiyaç duymaması, bir an kendimizi ortaçağda iskeletlerle başka bir an ise gelecekte robotlarla savaşırken bulabiliyoruz. Hatta 65 milyon yıl önceye gidip dinozorlarla çarpışmak da olası. Açıldıkça karmaşıklaşan hikayeden ötürü bu çeşitli zaman dilimlerinin içinde bolca gezinmek zorunda kalıyoruz, yani hiç bir zaman dilimi de sadece göstermelik değil.
Ancak Chrono Trigger’ı dönemi için devrimsel bir başarı haline getiren öğe sadece fantastik bir evreni zaman yolculuğu ile geleceğe veya dinozor çağına bağlaması değil. SNES’in tüm kısıtlı imkanlarına rağmen oyunda şaşılası büyüklükte bir interaktivite söz konusu. Etrafta diyalog kurulabilecek NPC’lerin çokluğu bir yana, özellikle hikayenin başlarında almış olduğumuz kararların oyunun ilerleyen kısımlarında önümüze sunulması oyuncuyu bugün bile ters köşe konuma düşürecek cinsten. Spoiler vermemeye dikkat ederek sadece şunu söyleyeyim, oyunun ilk yirmi dakikasında Milennial Şenliği’nde geçirdiğiniz vaktin varoluş amacı tipik bir tutorial sekansından çok daha fazlası. Yaptığınız her şeye çok dikkat edin.
Oyunun bir diğer türdaşlarından oldukça farklı olan kısmı ise dövüş dinamiği. JRPG geçmişim çok olmadığından kıyaslamalarım ne kadar isabetli olur bilemem, ama kendini sıra tabanlı ile gerçek zamanlı arasında bir noktaya bu kadar özgün bir şekilde koyabilen çok oyuna rastlamadım. Oyunun görsellerinden pek anlaşılabilir bir durum değil bu, ancak Chrono Trigger’daki karşılaşmaların Fallout 4’teki VATS sistemine çok benzediğini söyleyebiliriz. Yani karakterlerin seçimleri, nereye nasıl saldıracakları sıra tabanlı iken burada oyuncuya verilen süre sınırlı, zira (çok yavaş olması rağmen) zaman hala ilerlemekte.
Chrono Trigger’daki bu iki özellik (özgün dövüş sistemi ve oyun içi seçimlerin hikayeye yansıması) beni tekrardan eski bir fikre getirmiş oldu. Aslında bugünün “devrimsel” sayılan çoğu oyun hamlesinin temelleri sandığımızdan çok daha öncesinde atılmış. The Walking Dead ya da Until Dawn’a kadar oyuniçi seçimlerin önemine değinmiyor, ya da en fazla 90’larda denenen başarısız interaktif hikayecilik denemelerini akıllara getiriyorduk. VATS sistemi için de benzer bir durum sözkonusuydu. Kaldı ki bu oyunları bugün “özgün” yapan öğelerin (hepsi değilse bile) bir kısmı geçmişte bir şekilde oyun dünyasına girmiş fikirler. Üstelik bu tarz fikirlerin gerçekleşmesi için yüksek işlemci gerektiren sistemlere de ihtiyaç yok, erteleme gerekçesi bu olamaz. En iyi ihtimal başka oyuniçi özelliklerin (mesela grafikler) ön plana çıkması olabilir.
Bu tarz sorularla kafamızı şimdilik bulandırmaya gerek yok. Kesin olan şu ki, Chrono Trigger’ın zamanında edindiği özgünlük onu bugün bile keyifle oynanır bir esere dönüştürmüş. Toplam oyun süresinin 15-20 saat olduğu da düşünülürse bence kendinizi bu maceradan mahrum etmeye bahaneniz kalmıyor. Özellikle Final Fantasy ve Secret of Mana serilerine aşina olanlar kaçırmasın.