Netflix yenilikçi stratejisi gereği bir süredir dizilerinin tüm sezonunu tek seferde yayınlıyor. Bu stratejiyle, büyük isimler televizyonda başarılı projelere imza atabiliyor. İyi de yapıyorlar, sayelerinde bizim de elimize Sense8 gibi üzerine konuşulabilecek yapımlar geçiyor.
Bu sezonun merakla beklenen yapımlarından olan Sense8, Wachowski’lerin imzasını taşıyor. Başlı başına bir din yaratmayı başarmış yapımcılarından mı yoksa muhteşem fragmanından mı bilmiyorum benim uzun süredir beklediğim bir projeydi. Ayrıca öğrencilik hayatımda çok önemli bir yer almış “benim yerime biri şu sınava girse ne güzel olur” sorunsalına çözüm yarattığı için heyecanlıydım.
Sense8’i incelemeye başlamadan önce Wachowskiler hakkında biraz bahsetmek gerekli. Wachowskiler ilgiden ve özel hayatlarına girilmesinden çok hoşlanmayan insanlar. İlk iki Matrix arasındaki büyük boşluk da bundan, medyanın yoğun ilgisinden kurtulmak istediklerinden kaynaklanmakta. Ancak geçtiğimiz yıllarda insanların, genelde A-sınıfı yönetmelerden beklemediği bir şey yaşandı ve Larry Wachowski cinsiyetini değiştirerek Lana Wachowski oldu. Haliyle merak uyandıran bir konuydu bu. Sense8 ise tam bu noktada, oluşmuş sorulara cevap niteliği taşıdığından, yönetmenlerin diğer işlerinden farklılaşıyor ve Wachowskilerin şimdiye kadar yaptığı en kişisel çalışma oluyor.
Tek bir replikten anladığımız üzere evrim sonucu farklılaşmış insanlar, psycellium olarak adlandırılan büyük bir telepatik ağa erişebiliyorlar. Bu ağa ulaşabilen insanlara sensate deniliyor ve sensateler sekizer kişilik clusterlar içerisinde ortak bir zihni paylaşıyor. Aynı cluster içerisinde bütün hisler, zevkler, acılar, anılar, bilgiler yani gerçek anlamda aklınızda ne varsa ortak. Cluster dışındaki sensateler göz teması kurduktan sonra birbirlerini telepatik olarak ziyaret edebiliyorlar fakat his paylaşımı sadece clusterlara özel.
Ana sekizlimiz yani cluster’ımız; çocukluğundaki sensate travmasıyla başı derte olan Chicagolu polis Will, geçmişinde yaşadığı sorunlardan kaçan İzlandalı Riley, sevmediği bir adamla evlenmek üzere olan Hint bilim kadını Kala, yine baba sorunları yaşayan Alman hırsız Wolfgang, gündüzleri iş kadını akşamları kickboxer olan Güney Koreli Sun, eşcinselliğini saklamak zorunda kalan İspanyol aktör Lito, dolmuş parasıyla hasta annesine bakmaya çalışan Kenyalı Capheus ve San-Franciscolu eski hacktivist trans kadın Nomi’den oluşmakta.
Lana’nın torpiliyle de olsa, televizyonlarda yavaş yavaş yer bulan trans karakterlerden belki de en iyisini veriyor Sense8. Nomi, dizinin ilk bölümünden itibaren ipleri eline alıp, götürüyor. Her ne kadar “Pride“ konusunda alışılagelmiş “pride günah ama hate daha günah” gibi TED konuşmaları yapsa da, LGBTyi insanları ayıran bir olgu olarak tanımlayarak yenilikçi bir karakter ortaya çıkartıyor. LGBT konusunun diğer ayağı olan Lito ise gizli eşcinsel aktör klişesiyle Nomi’nin yarattığı bütün yenilikçi tutumu siliyor ve ortaya sadece sevişme sahneleri için var olan düz bir karakter çıkartıyor. Lito ve Nomi arasında oluşan bu dinamik, Kala ve Sun arasında da benzer bir şekilde gözüküyor. Sun gibi erkek dünyasında ayakta kalmaya çalışan güçlü kadın figürüne karşılık, içinde romantik komedi yaşayan Kala gibi bir karakter çıkartıyor. Bir yerden kazandığını diğer yerden kaybediyor.
Esas oğlan Will ile esas kız Riley arasındaki ilişki ise dizinin temel taşı. Aynı zihni paylaşmalarından dolayı birbirlerinin ruh eşi olmaları doğal olan ikili arasındaki ilişki şimdilik sıradan olmanın ötesine geçemiyor. Ancak ayrı olarak incelenirlerse nispeten başarılı karakterler. Özellikle Riley’nin başta tanıtılan marjinal kişiliğinin arkasındaki kocasını ve yeni doğmuş çocuğunu büyük bir trajediyle kaybetme hikayesi ise karaktere bence büyük bir derinlik katıyor. Will’in ilginçliği ise karakterlerimiz arasında çocukluğunda şimdilik sensate deneyimi yaşamış tek kişi olması. Finaldeki çoğunluğun iyiliği için kendimi feda ederim ben tavrı ise esas oğlana yakışır düzeyde.
Kavgaya girerken yanınıza almanız gereken iki kişilik olan Wolfgang ve Sun ise diğerlerine nazaran biraz daha geride kalmış fakat iyi tasarlanmış iki karakter. Yoğun bir baba sorunu yaşayan ikiliden Sun babasına olan nefretini yumruklarına aktarıp, sevgisini görebilmek için kendini hapse attırırken, Wolfgang ise sorunu çözüp önce babasını sonra da baba yarısı amcasını öldürüyor. Berlin’in ortasında bazuka kullanma ve 4 kişiyi tek başına gömebilme yetenekleriyle saygımızı da kazanıyorlar. Sevgi dolu yüreğiyle içimizdeki ekmeğe nutella süren Capheus ise dizide koşulsuz olarak sevilebilecek yegane karakter. Zaman zaman Polyannacılığa kaçsa da clustermızda iyiliğin tek temsilcisi oluyor.
Yan karakterler konusunda da başarılı olduğunu kabul etmek lazım. Amenita, Nomiyle beraber güçlü çifti oluşturuyorlar. Amenita’nın sevdiceği için hastane yakması veya sen kaç kurtul ben onları oyalarım yaklaşımı genel olarak sadece cinsellik veya farklılık yaratmak için kullanılan eşcinsel karakterlere güzel bir alternatif oluyor. Bu konuda Lito ve Hernando’nun hakkını da yemeyelim. Her ne kadar alternatif yaratmasalar da iki erkeğin arasında oluşabilecek duygusal bağın örneğini gösterebiliyorlar. Yılların “erkekler lezbiyen pornosu izliyorsa, kadınlar da gay pornosu izliyor mu acaba?” geyiğine cevap olarak doğan Lito’nun “sakalı” Daniela ise şimdiye kadar bence televizyonda karşılaştığımız en ilginç karakter.
Dizi güzel anlar da içermiyor değil. Karakterlerin arasında yapılan ani geçişlerin dayanılmaz dinamiğin yanında, mezarına işeyeceğim sözünü lafta bırakmamak, tuvalette yapılan oral seksi, bildiğim kadarıyla Hristiyanlıkta kutsal olan komünyon töreninine benzetmek, en azından televizyonda izlenebilecek en ilginç sekse ev sahipliği yapmak, bir polisi kanlı tamponla etkisiz hale getirmek gibi komik, yaratıcı ve tartışmalı anlatımlara da ev sahipliği yapıyor.
Karakterlerden de belli olduğu üzere çeşitlik konusunda kendini aşan yapım, maalesef hikaye akışında aynı başarıyı gösteremiyor. Karakterlere odaklanayım derken ana olaydan, zihin paylaşımında uzaklaşıyor. Nomi ve son 4 bölüme kadar Will dışında kimse bunun neden ve nasıl olduğu konusunda bir sorgulama içine girmiyor. Bu tutum da ortaya Babil’in biraz bilim kurguyla süslenmiş halini çıkartıyor. Dizinin vadettiği dünya bu olsaydı belki de sorun yoktu fakat beklenilen, en azından benim beklentim bu değildi. Sanırsam artık Wachowskilerden yeni bir Matrix beklemememiz lazım.
Bardağın dolu tarafından bakacak olursak, dizi zihin paylaşımı konseptini açıklama uğruna saçmalamıyor. Yaratıcımız Angelica’yı, kötümüz Whispers’ı tanıtıp, beylik laflarla da olsa karakterlerimiz aslında mutant olduğunu çıtlatıp; topu ikinci sezona atıyor. Ancak bu durum da tüm sezonu on iki saatlik bir pilot bölüm yapıyor.
Yazımı sonlandırırken hala Sense8’i sevdiğimden emin değilim. Sonuçta benim duygularımla oynadı. Ancak yine de hissiyatım Sense8’in ilk sezonun bir nevi Phantom Menace olduğu yönünde. Kalbinizi kırıyor, ama ileride size daha büyük ve sevilesi dünya sunacağı için izliyorsunuz.
5 Comments
Diziyi anlattığın için ve başta da ”Yer yer spoiler olabilir”, diye uyarmadığın için teşekkürler(!) Bir öğrenemediniz şu spoiler işini ya. :/
dizi o kadar kötü ki sihirbazlar okulunda bir türk filmi bile bunun yanında bir esaretin bedeli olur 😉
Daha hazir degilsindir
burada da spoiler var yapmayın şunu uyarın baştan yahu 🙁
Hoş bir ilerleyişe sahip. Bir şekilde kendini bağlıyor kendine. Her karakterin hikayesi çok detaylı ve özenli. 2. Sezon çok daha güzel bir şeyler bekliyorum ben.