Baştan malum uyarımı yapayım; bu yazıda olabildiğince az spoiler vermeye gayret edeceğim. Spesifik konu noktaları, özel detaylar, diyaloglar, büyük twist’lere değinilmeyecek burada. Ama genel olarak, filmin tonlaması, tercihleri ve yöntemleri konusunda detaylı birkaç kelam edilecek. Dolayısıyla, eğer filme tamamen açık bir zihinle gitmek istiyorsanız; bu yazıyı okumayın. Konusal değil, ama bolca duygusal spoiler verilecek.
Şöyle gireyim söze; filmin vizyona girdiği gecenin gündüzünde, kendimi amaçsızca Steam’i açıp, Jedi Academy indirirken buldum. Yayınlandığı salona giderken tutup Marvel’ın yeni başladığı Vader Down hikayesinin yayınlanmış çizgi romanlarını okudum. İşimmişçesine yıllar sonra harıl harıl Wookieepedia karıştırdım. Sinema salonuna girip; en nihayetinde o meşhur müzikle birlikte, Star Wars logosu cart diye ekrana çıkınca, arkasından yazılar akmaya başlayınca kalbimin pır pır edeceğini biliyordum.
Ama işte, filmden beklentimi de çok düşüğe koymuştum kendi kendime. Bundaki en büyük etken de George Lucas‘ın dedikleriydi. Lucas, kendisine “filmi beğendiniz mi?” diye sorulunca, “Hayranlar beğenir” demişti. Benim için bu, “Ben radikal kararlar alıp, farklı şeyler yapmaya çalıştıkça çöreklendiniz, alın, bu size müstehak” gibi bir cümleydi. Eldeki bilgilerle birleştirince, filmin A New Hope‘a çok benzeyecek olması, böylelikle prequel üçlemeyi ölesiye gömen esas üçleme hastalarına servis niyetinde olacağı ihtimali beni korkutuyordu.
Boşuna korkutmuyormuş.
Çok açık ve net bir şekilde söyleyeyim; filmin Episode IV ile olan benzerlikleri inanılmaz. Bir noktada paralellik kırılır diye bekliyorsunuz; ama kırılmıyor. Bu Lucas’ın kafiyeli ilerlesin diye niyetlenerek kurguladığı altı filmin birbirlerine benzer seste çıkardıkları notadan ötede bir şey. Film son on dakikasına kadar ritmik olarak eskinin yanında olmayı tercih etmeyi, çok az yer ve anda bırakıyor.
Bunlardan biri elbette Rey ve Finn karakterleri. Biri eski Stormtrooper olmasıyla, bir diğeri ise güçlü bir kadın figürü olmasıyla özelleşen iki karakter bunlar. Bunların yanına, altı Star Wars filminde iyi pilot olmakla itham edilen ama iyi pilotluğunu göremediğimiz gırla karakterin aksine gerçekten de uzay gemisiyle harikalar yaratan Poe Dameron da eklenince ortaya gerçekten de karakterizasyonları çok sağlam yeni bir nesil geliyor. Bu, J. J. Abrams’ın selefi George Lucas’a karşı sahip olduğu en net üstünlükle, yani diyalog yazma becerisiyle birleşince, gerçekten de filmin bu karakterleri geliştirmeye ayırdığı ilk yarısını sürükleyici bir biçimde izliyorsunuz.
Yalnız, bana oldu; belki size de olacaktır. Bir şeylerin eksik olduğu hissi bırakmıyor yakanızı. Ben bunu uzunca bir süre iki şeye yordum. Birincisi, benim artık bir çocuk olmamamdı elbette. Phantom Menace çıktığında tam müsait yaşta olan bir insan olarak Jar Jar Binks’ten gocunmadığım için, Force Awakens’ın da artık benim neslimden sonraya hitap etme ihtimali çok mümkündü. Uzunca bir süre, sorunun bu olduğunu düşündüm.
İkinci yorduğum şeyse, benim filmi hâliyle eleştirmen şapkamı takıp izlemiş olmamdı. Bu fark edilir bir mesleki deformasyon. Sekiz senedir hayatımı belli başlı sanat eserlerine eleştiri yazıları yazarak kazanıyorum. Arada iş için değil, keyfi ve rastgele izlediğim filmlerde bazı hataları daha rahat affedebildiğimi de fark ediyorum zira. Ama işte, sorun bu iki şey değil. Birincisi, bu film yeni bir nesle falan hitap etmiyor. Hitap ettiği en son şey, hayatında ilk defa Star Wars filmi izleyecek olanlar. Bilakis, Abrams eserini tamamen Star Wars’ı 70’lerde filmi sevmiş emektarlara gazel olarak çekmiş. İkincisi ise, evet, bu filmi bir eleştirmen şapkamla izliyorum. Arkasındaki markanın büyük beklentileriyle izliyorum. Ama bu sene bir filmi daha eleştirmen modumla, üzerine yığılan zilyarlarca övgüyle izledim. Mad Max. Bir film gerçekten iyiyse, bunu yenebileceğini de biliyorum.
Hayır, eksik olan şey; George Lucas’ın sadece kaybettiğimizde anladığımız mahareti. Lucas bizi Star Wars’a muhteşem ışın kılıcı dövüşleriyle, harika uzay it dalaşlarıyla çekmedi. Bizi Star Wars’a çeken, bağlayan şey; üzerine yüzlerce eserin bulunduğu Genişletilmiş Evren’in çıkartılmasını sağlayan şeydi aslında. Bize boş bir tuval sunması. Evreninin sınırlarını sadece hayal gücümüzle belirlemesi. Muğlak şeyleri sunup, üzerine renkleri atmasını bize bırakması.
Bu çok özel bir yetenek. Ve belli ki, tekrar edilebilir bir şey değil. Çünkü Abrams çok istemiş tekrar etmeyi. Filmi tamamen pratik efektlere dayalı çekip, 1977’nin çekim koşullarını anımsatmak istemesi bu yüzden. Konuyu A New Hope ile bu denli paralel tutması da bu yüzden. Senaryo konusunda Lawrence Kasdan‘ı, müzik konusunda John Williams‘ı getirip filme koyması bu yüzden. O sihri, o hayal gücü tetikleyici şeyi yakalamayı çok istiyor Abrams.
Ama bu süreçte, yakalayabildiği tek şey, eski hayranların istedikleri her şeyi vererek, prequel üçlemenin aldığı risklerden kaçınarak iyi bir Star Wars filmi çekebileceğine dair kapıldığı ve hayranları da kaptıracağı kesin olan sanrı.
Bunun altını ne kadar çizsem boş. Force Awakens, gerçekten eşsiz bir şey koymayacak önünüze. Prequel üçlemeye gelen tepkiyi de, orijinal üçlemeye dizilen övgüleri de çok yüzeysel yakalamış bir metni var. Prequel üçlemeyi yakan şeyin diyalog ve aşırı odun oyunculuk olduğunu, aslında filmlerin konusunun gayet girift, kompleks ve o öküz yemi yutmuş performanslardan soyutlanınca bir hayli ilginç olduğunu atlamış. Orijinal üçlemede güzel olan şeyin tipik Hero’s Journey arketiplerinden oluşan hikaye örgüsü ile bu örgünün vurduğu serüven notaları değil, mistik ve muğlak sınırlara sahip bir dünyanın yarattığı merak ve macera duygusu olduğunu da atlamış. İnternetin bir süredir saplanıp kaldığı, “prequel filmleri kötü, çünkü senato görüşmelerine yirmi dakika ayırıyor; orijinal filmler iyi, çünkü Millenium Falcon son dakikada gelip Luke’u kurtarıyor” hissiyatından sıyıramamış kendisini.
Filmin çok iyi anları var. Rey ve Finn’in ilişkisi gibi; bu iki karakterin birbirlerinden bağımsız ve keyifle izlenen usta karakterizasyonları gibi. Gerçekten, ben son zamanlarda küçük insanların doğru ama zor kararları vererek duruş sergilemesi mefhumunu böyle tatlı veren bir film izlemedim. Poe Dameron, Maz Tanaka gibi karakterlerin karizmatikliği de ortada. BB-8’in şirinliği de tartışılmaz.
Bunlar da zaten filmin ilk 5’te 3’lük bölümünü kurtarıyorlar. Fakat sonra film, hem strüktür olarak A New Hope’a çok benziyor olmanın; hem de finale gitmeden önce bazı kilit notalara basma gereksinimi hissediyor olmasının; hem de garip bir şekilde ileriki filmlere ipucu bırakması gereken yerlerin varlığı altında ezilmeye başlıyor. A New Hope’a çok benziyor olması eziyor; çünkü bazı sahnelerin vuruculuğu eleniyor böylelikle, gerekli yerlerde yeteri kadar ruhunuz yükselemiyor filme. Bazı kilit notalara basma gereksinimi yakıyor; çünkü son 5’te 2’lik kısmını yürüyerek değil, depar atarak geçiyor film. Diğer filmlere ipucu bırakması filmi yoruyor, çünkü içinizde tamamlanmış bir tecrübe yaşayamadan; biraz da eğreti bir final sahnesiyle çıkıyorsunuz salondan.
Film kötü değil. Dediğim gibi, ilk 5’te 3’lük kısmı gayet sürükleyici, keyifli. Ancak ufku dar. Hayran hizmetine çok mesai harcıyor kafasında. Hizmet etmeye çalıştığı hayran kitlesinin gerçekten istediği ama istediğini bilmediği şeylere değil; uzun zamandır tekrar ederek istediğine kendi kendini ikna ettiği şeylere odaklanıyor. Tuvalin sınırlarını istemeden de olsa, daha keskin koyuyor. İyi karakterler ve diyaloglar yazabilmek adına; hayal gücümüzün sığışabileceği çok yer bırakmıyor. Bir umudu var filmin. Ama bu, bir hayli yeni bir umut. Bu yüzden de, fazlasıyla eski kalmaktan kurtulamıyor.