Yasaklar insana tatlı gelir, en az sulu bir elma kadar hem de. Yasaklanınca bir şey, o şeye ulaşması, tüketmesi, gözlemlenmesi daha önemli bir şeye dönüşür. Değere biner bir kere. Hiç umurumuzda olmayacak bir şey, bir anda yakıcı bir arzuyla yanıp tutuşturur bizi. Hatta normal koşullar altında ilgimizi çekmeyeceğinden gıcık bir insana dönüştürebilir bizi bu durum. Ama öyle ya da böyle yasak olan şeyi isteriz. Hem de çok. Bunun iki temel sebebi var diyebiliriz.

İlki ile başlayalım. İsterseniz Murphy Kanunları deyin; bir şeyi yapabilme ihtimaliniz ile yapma isteğimiz ters orantılıdır. Normalde cumartesi günleri dışarı çıkıyorsunuz diyelim, nadiren ise evde kalmayı ve televizyon izlemeyi seçiyorsunuz. Ancak evde kalmayı en çok istediğiniz gün, annenizin arkadaşlarıyla gün yaptığı cumartesi. Kesin böyle olur. Aylarca gezmeyi tercih edersiniz ancak o tek gün içeride kalmak için dayanılmaz, hatta gıcık olarak adlandırabileceğimiz bir istek duyacaksınız.

Veya varsayalım otomattan içecek alacaksınız. Genellikle A markasını almayı tercih ediyor, ara sıra da B marka mı içiyorsunuz? B markasını içmeyi en derin arzuladığınız gün muhtemelen otomatın yanlışlıkla, siz seçim yapamadan A markasını verdiği gün olacaktır. Aslında bu kadar anlaşılmaz hareket etmek için hiçbir sebebiniz yok, zaten genellikle tercih ettiğiniz içeceği içtiniz, zaten hep yaptığınız gibi dışarı çıkacaksınız. O zaman neden bu aksilik?

Bir de Streisand Etkisi diye bir şey var. Barbra Streisand adlı şarkıcının adından geliyor. Malikanesinin fotoğrafını paylaşmalarını istemiyor, paylaşımları bastırmaya çalışıyor. Sonuç çok belli değil mi? Fotoğraf daha çok patlıyor. İnsanlar daha çok paylaşıyorlar. İnternet böyle bir yer zaten. Yasaklar yine tatlı ve kurallar yine çiğnenmek için.

Barbra Streisand’ın Malibu’daki Malikanesi

Bunun cevabı aslında Karşıt Tepki Kuramı’nda yatıyor diyebiliriz. Jack Brehm‘in ortaya atıyor bu fikri. Çok basit ve günlük hayatta çok örneği bulunan bir kuram da olsa öyle pek ilgi görmüyor. Oysa bugün ters psikoloji dediğimizde de bundan bahsediyoruz bir bakıma. Seçme özgürlüğümüz elimizden alınmış gibi hissettiğimiz anda inatçı modumuzu açıyoruz işte. Bunu günlük hayatta insanlara bir şeyler yaptırmak için de kullanabilirsiniz, kullanıyorsunuzdur hatta. Çünkü insanlara herhangi bir şey tavsiye ettiğimizde, yol gösterdiğimizde aksi istikamette ilerlemeyi seviyorlar.

Eğer birine akıl verirseniz bir noktada onu kısıtlamış oluyorsunuz, onlar da bunu bağımsızlıklarına ve kişiliklerine bir tehdit olarak algıladıklarından olsa gerek, sizi dinlemiyorlar. Çünkü her tavsiye, üstü kapalı bir yasak imasıdır bir noktada. En azından beynimiz için. Çünkü diğer yolu kapatıyorsun. İnsanlar da oldukça garip yaratıklar olduklarından hemen üzülüp öfkeleniyorlar. Ve isyan etmek için diğer yola sapıyorlar.

Aynı şekilde bebeklere ve küçük çocuklara yasak koyarken onları cezbetmiş olmuyor muyuz? Bunu küçük yaşlarda daha iyi gözlemliyoruz. Ters psikoloji uygulamanın en kolay olduğu insan grubu da yine bebekler ve çocuklar değil mi? ”İyi o zaman, bundan sonra sana ıspanak yok, hepsini ben yiyeceğim!” denildiği anda çikolatadan vazgeçiyorlar çünkü.

İkinci sebebe gelelim. Aslında sertçe yasak koymanın insanı bu kadar cezbetmesinin bir diğer sebebi, nedensiz görünmesi. Ispanak yemek bizim için çikolata yemekten kesinlikle daha akılcı, daha doğru. Ya da küçücük bir bebeğin parmaklarını prize sokmaması gerekiyor, evet. Ama kendisi prizin neden bu kadar yasak ve cız olduğunu bilmiyor, tek gördüğü bir şekilde elinden alınan bir özgürlük. Çünkü bir bebek olarak onun parmaklarıyla her yeri kurcalama hakkı var, değil mi? Eğer sebebini anlasaydı ya da anlatılabilecek yaşta olsaydı iki beyaz, plastik yuva değerini hemen yitirirdi. Sebepsizce yasak koymak yerine çocuğun o çok istediği ıvır zıvırı -bir biblo, belki bir gözlük- ”Al bak, o kadar da özel bir şey değilmiş, değil mi?” diyerek çocuğun eline tutuşturmak onda hemen ilgi kaybına yol açıyor, bunu defalarca gözlemlemişsinizdir.

Örneğin İngiltere’de kurulan Summerhill adlı okul, öğrencilere sınırsız özgürlük sağlıyor. İsterlerse derslere girmiyorlar, odalarını toplamıyorlar, görev almıyorlar. Elbette oldukça çetrefilli bir yapısı var çünkü hem özgürlük hem de güvenlik, aynı anda sağlanması zor şeyler. Ama eninde sonunda ortaya çıkan tablo ilginç. Çünkü buraya gelen öğrenciler başta ”Oh be, madem kural yok, derslere de girmem keyfime bakarım?” mantığıyla ilerleseler de eninde sonunda kendi kendilerine bir disiplin oluşturuyorlar. İçlerinden gelerek derslere giriyor bu öğrenciler. Çünkü bu okul, yasağın insana tatlı gelmesinin iki sebebini de ortadan kaldırıyor, sebepsizliği ve zorlamayı. Bir noktada öğrenciler neden derslere girmeleri gerektiğini kendileri fark ediyor. Üstüne bir de zorlamayla yön vermeyi de kaldırmış oluyorlar zaten.

Buradan şöyle bir sonuca doğru yol alıyoruz: İnsanlar bağımsızlık istiyor ama bedelini ödemek istemiyorlar. Basit kararlar vermek istiyorlar, evet, ama Milgram Deneyi gibi bir şey olduğunda hemen otoriteye sığınıp bağımsızlıklarını ve seçme özgürlüklerini bir kenara bırakıyorlar. Günlük şeylerde özgürlük istiyor olabiliriz. Misafirlikte bize sorulmadan kola doldurulsa meyve suyu içmek isteriz. Eğer tuzlu yemek yasaklıysa tuzlu yemekler elzem olur.

Ama ciddi bir konuda özgürlük elimize verildiğinde korkuyoruz, değil mi? Ben korkuyorum. Ciddi kararların vicdanımıza bırakılması can sıkıyor. Milgram Deneyi de bunu gösteriyor: Ne kadar korkunç seçimler yaparsak yapalım, eğer emir büyük yerden geliyorsa öyle pek de hayır demiyoruz. Çünkü günün sonunda altına sığınabileceğimiz bir güç, ”ama onlar yap dedi’‘ diyebileceğimiz bir makam oluyor.

Deney şöyle, deneğin kendisine deney yapıldığından haberi olmuyor. En azından denek sadece ”eğitimde ceza yöntemi” konusunda bir deneye katıldığını sanıyor. Ona diyorlar ki ”sen öğretmen olacaksın, yan odada bir öğrenci olacak, eğer okuduğun şeyleri ezberlemekte başarısız olursa elektrik vereceksin”. Denekler ”tamam” diyorlar, deney başlıyor.

Öğrenci hata yaptıkça elektrik veriliyormuş gibi yapılıyor. Yan odadaki öğrenci acı çekiyor taklidi yapıyor, duvar yumrukluyor, hatta bir noktada ”kalp rahatsızlığım var” diyor. Oysa öğretmen, yani denek, elektriğin voltajını arttırmaya devam ediyor. Sadece ve sadece yanındaki adam ne olursa olsun deneyi bölmemesini söylediği için. Sorumluluk bizde diyorlar, üniversitenin adını veriyorlar, denek de durmuyor. Bilinçli olarak acı çektiriyor birine. Çünkü sığınabileceği bir yetkili ona emrediyor. Yine de isyan edenler çıkıyor ancak sonuç olarak deneklerin %65’i cezayı 450 volta kadar arttırıyor. Meyve suyu içmek isteyecek insanlar, annelerinin gün yapmasından haz etmeyenler ve B marka içecek içmek istemeyen kişiler, 450 volt vermeye isyan edemiyor.

Bazen küçük, bazen büyük olsun bir şekilde yasaklar ve kurallarla karşılaşıyoruz anlaşılan. Büyük kurallara isyan etmek ne kadar zor ise küçük tavsiyelere isyan etmek de o kadar doğal bir dürtü. İkisinin arasındaki dengeyi bulmak lazım ama değil mi? Kimi zaman önemli, kimi zaman çok garip duygulara kapılıyor şu insan denen varlık.

İsyan ediyorum, öyleyse varım.

-Albert Camus, Yaz
Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.