İçimizde neler dönüyor, beynimizin içinde her ne oluyorsa artık, âşık oluveriyoruz. Yüce bir şey mi; ceza mı, ödül mü yoksa sadece doğal birtakım dürtüler sonucu mu başarıyoruz bunu, bilemiyorum. Ama buradayız işte. Kimimizin hayatındaki en büyük amaç, sanatçıların büyük ilham kaynağı, yüksek hasılat amacı gütmek için uygun bir film türü. Romantizm ve aşk. Elbette Mısır ve Roma’nın politikalarına girmeseydi olmazdı, değil mi?

Baştan başlayalım. Kleopatra belli başlı çatışmaların arasından sıyrılıp Mısır’da tahta geçiyor. Bu çatışmalardan kastımız ise kardeşinin onu tahttan uzaklaştırması, ardından bu kardeşin Roma’dan gelen ve iç savaşı kaybetmiş bir generali sakladığı, sonra da öldürdüğü için Jül Sezar’ı kızdırması. Hatta İskenderiye Kütüphanesi’nin yanma sebeplerinden birinin de Mısır donanmaları yakılırken ateşin kütüphaneye sıçraması olduğu rivayet edilir. Sonra ise Kleopatra, ikna yeteneğini Sezar’da kullanarak tahta geçiyor. Jül Sezar ile ilişkisi devam ediyor, kendisi zaten iyi bir politikacı ve istikrarlı bir yönetici. Ekonomi bakımından ülkeyi epey iyi yerlere getiriyor. Hatta Jül Sezar da ondan etkilenerek ülkesinde belli başlı yeniliklere gidiyor; takvimi yenilemek ve nüfus sayımı yapmak gibi.

Ancak bir noktada, Roma’da işler kızışıyor. Çünkü Sezar bir yandan ülkesinde monarşik denilebilecek düzeyde güç topluyor. Sezar’ın kalıcı diktatör sıfatını da almasıyla -halk tamamen kendi eliyle verirse bu sıfatı kişi yine de diktatör olur mu, bilemiyorum- düşmanları da artıyor. Cumhuriyetin tehlikeye girmemesi için bir 15 Mart günü (Ides of March), Jül Sezar senatoda suikaste uğruyor. Hem de bu kalabalık grubun arasında Sezar’ın çok sevdiği Brütüs de var. Yıllar sonra da Shakespeare ”Et tu, Brute?” yani ”Sen de mi, Brütüs?” repliğini yazıyor zaten. Böylece Roma’da yeni bir dönem başlıyor. Ama bu hareketin, amacının tam tersine hizmet ettiğini söyleyebiliriz zira cumhuriyet yıkılıyor ve Roma İmparatorluğu kuruluyor.

Roma’da Marcus Antonius, Aemilius Lepidus ve Octavius gibi isimler öne çıkmaya başlıyor. Bu üçlü, ayrı bölgelerden ülkeyi idare ediyorlar. Ülkenin doğu bölgesinin başında bilin bakalım kim var? Marcus Antonius. Antonius, Kleopatra ile tanışıyor ve birlikte vakit geçirmeye başlıyor. Zaten Mısır kültürüne ve özellikle Büyük İskender’in doğu ve batı kültürlerini birleştirme hayallerine de ilgi duyuyor kendisi. Kleopatra’nın tabii ki politik hamleler olarak Antonius’u sık sık, aşırı görkemli partilere davet ettiği de söyleniyor. Tarsus’ta, yani şimdiki Mersin‘de şaşalı etkinlikler düzenliyorlar; gemilerde balo veriyorlar veya köle kıyafeti giyip sokağa çıkarak eğleniyorlar. Yani, çoğu söylentiye göre ikisi de iyice dramatikleşip işi abartıyorlar ve birbirlerine sular seller gibi âşık oluyorlar, diğer işlerini aksatıyorlar. Ama sorun da burada.

Kleopatra’nın içinde olduğu her hikâye bir anda ya peri masalına dönüşüyor ya da çok abartılıyor. Baş kahramanı olduğu her hikâyede Kleopatra masum generalleri baştan çıkaran, kalpsiz, duygusuz, politik bir kadına dönüşüyor. Böyle bir aşk hikâyesini de pek ilgi çekici bulmuyorum. Bu yüzden cilası alınmış hikâyeyi anlatmayı daha doğru buluyorum. Belki de Kleopatra ve tarihteki pek çok diğer kadın hükümdar, sadece, sıradan bir hükümdardır? Belki de ilişkileri ne müthiş bir iyi kalpliliklerinden ne de korkunç şeytaniliklerinden geliyordur? Sadece ülkelerini yönetmeye çalışmış olamazlar mı? Soruyorum yani. Çünkü aslına bakınca ne aşırı romantik buluyorsunuz bu olayları ne de Kleopatra’ya ”Allah belanı versin Kleopatra! Adamı kendine aşık edip intihar ettirdin!” diye beddua ediyorsunuz. Zaten Sezar’ın, Antonius’un ya da herhangi bir generalin hayatından o zamana kadar pek çok kadın geçtiğini fark ediyorsunuz.

Çünkü daha gerçekçi olarak tanımlayacağım başka kaynaklar ise Marcus Antonius her ne kadar çifte bir hayat sürmeye başlayıp memleketindeki karısını kızdırsa da politika ve aşk hayatlarını iyi dengelediklerini ve Antonius’un Roma’ya gidip geldiğini söylüyor. Karısı ölünce de Antonius, siyasi birlikteliklerini sağlamlaştırmak için Octavius’un kız kardeşiyle evleniyor, hatta bu politik evliliğe zorlanıyor. Tabii bu durum Antonius’un yine Mısır’a gidip Kleopatra ile görüşmesine engel olamıyor.

Ancak Octavius bu kaçamak ilişkinin farkına varıyor ve olanları tiksinti ile izliyor. Eninde sonunda Marcus Antonius’un güçlerini feshediyor, ardından iki tarafın da birlikleri, daha doğrusu donanmaları bugünkü Yunanistan’da çarpışıyor. Aktium Muharebesi‘nde iki âşık; Kleopatra ve Antonius, Mısır kraliçesi ve Roma’nın ortakçısı büyük bir yenilgiye uğruyorlar. Yine âşıklar değil de iki ittifak devlet başkanı gibi geliyor kulağa, değil mi? Hatta yasaklı birine kendini kaptırmış sırılsıklam bir âşık yerine Antonius’un vatan haini olduğunu söyleyebilir miyiz?

Böylece ana Roma güçleri, Mısır‘ı ve İskenderiye‘yi ele geçirmiş oluyorlar. İsa’nın doğumundan 30 yıl önce, Octavius Roma’nın biricik imparatoru oluyor, gücüne güç katıyor. Peki yenilen taraf ne yapıyor dersiniz? İkisi de kendi canına kıyıyor.

Shakespeare’in Antony and Cleopatra adlı trajedisinde olaylar şöyle gerçekleşiyor: Kleopatra kendini öldüreceğini söylediği için, Antonius yaverine gidip onu öldürmesini ister. Yaveri ise buna dayanamayıp kendisini öldürür. Antonius da bu hareketten ve yaverinin sadıklığından etkilenip kendini öldürmeye çalışır ama tam başaramaz. Kleopatra’nın aslında kendini öldürmediğini duyunca yaralı hâlde ona gider ve onun kollarında ölür. Kleopatra da savaş sonrası aşağılamalara ve alçak muameleye dayanamayacağını bildiğinden bir engereği kendine saplar. Hatta ardından çiftimizin iki kızı da intihar eder. Yani, işte, kan gövdeyi götürür. Tüm bu cesetleri gören Octavius ise bir yandan kendini imparator ilan edip sevinirken diğer taraftan zavallı âşıkların yazgısına üzülür.

Sonuç olarak elimizde lime lime olup sürekli tekrar birleşen bir devlet ve trajik bir şekilde öldükleri ile kalan bir yasak âşıklar çifti var. Efsaneleşip abartılmasına gerek yok tabii ama sade hâliyle bile insanın aklına durgunluk veren bir hikâye var ortada. Tarih boyunca tüm politik oyunlara ve savaşa rağmen aynı anda böyle aşklar sürdürebilmek, hedonist davranabilmek çok ilginç diyebiliriz sanırım. Tehlikeli de. Tehlikeli olduğu kadar ilginç bir politika da. Muhtemelen tam da bu sebeplerden ötürü -bir de insanlar romantizmi çok sevdiğinden- Shakespeare’nin eserinden Elisabeth Taylor‘lı 1963 yapımı Cleopatra filmine kadar, aynı hikâye tekrar tekrar anlatılmış.

Peki siz ne diyorsunuz? Sizce Kleopatra ile Antonius’un aşkı, abartıldığı kadar var mı? Yoksa bütün bu olanlar politik bir hamleden mi ibaret?

Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.