Yazan: Hayri Yılmaz
Geekyapar’da dev yazı çağrısını okurken konu başlıklarında “korkunç şirketler”i gördüğüm anda bu yazıyı artık yazma zamanımın geldiğini biliyordum. Naçizane bir tarih geekiyim. Bu yazıda, iki senedir üzerine çok okuma yaptığım tarihin gördüğü en büyük, en güçlü ve alabildiğine korkunç şirketinden bahsedeceğim: East India Company.
Öncelikle East India Company adı altında Hollanda’dan Fransa’ya bütün sömürgeci devletlerin doğu ticaretinden pay almak için kurduğu birçok versiyon olduğunu söylemeliyim. Ben genel olarak sömürgecilikte de en fazla faaliyet göstermiş ülke olan İngiltere menşeilisinden bahsedeceğim.
East India Company’nin tarihinde ve genel özelliklerinde çok ilgi çekici bazı spesifik detaylar bulunuyor. Korkunçluğu, İngiliz sömürgeciliğinin köklerinden geliyor. Emperyalizmin ne kadar ileri gidebileceğini bu şirketin eylemlerinde, başındaki kişilerin hırslarında ve düşüncelerinde birebir bulabiliyoruz. Günümüzdeki şirketlerle kıyas götüremeyecek kadar çok büyüyen East India Company yeri geldi kendisini bağlı olduğu devletten bile üst bir konuma getirmeyi başardı. Zaman geçtikçe dünyanın en büyük deniz ve kara ordusuna sahip oldu. Kanunlar koydu. Topraklar ele geçirdi. Kölelik ve sömürü üzerine bir imparatorluk kurdu. Tam da bu sebeplerden dolayı, bu yazı çağrısının başlığı olan korkunç şirket vasfını olabilecek en uç noktada hak eden East India Company’nin gerçekten anlatmaya değer bir tarihi var. Tarihini biraz okursanız, günümüzdeki şirketlerin neler yapabileceğinden hiç kuşkunuz kalmayacak. Başlıyoruz efendim:
İngiltere, 1600 yılında ticaretin ana odağının Osmanlı kontrolündeki Akdeniz’den kaçarak Atlantik ve Hint Okyanuslarına kaymasıyla güçlenmeye başladı. Hükümdar I. Elizabeth güçlü ve otoriterdi. Ülkeyi bilfiil yönetiyordu. Güçlü bir hükümdarlık kurdu ve sömürgecilik hareketlerini de başlattı. Lakin Ümit Burnu’nu daha önce keşfetmiş olan Portekiz ve İspanyol tüccarlar Hint ticaretini elinde tutuyordu. Bu tekeli kırmak için Elizabeth, o zamanın Hindistan’daki hakim devleti Babür hükümdarı Ekber‘e İngiltere-Hindistan ticaretinin yolunu açan bir mektup yazdı. Bu mektupla yola çıkan tüccarlar ilk East India Company mensupları olarak kabul edildi.
Daha sonrasında Doğu ticaret tekelini kırmak amacıyla İngilizler Anglo Sakson-İspanya Savaşı‘nı (1585-1604) başlatıyor. İki taraf da kesin bir galibiyet elde edemese de savaşın doğu ticaretini İngiliz gemilerine açtığını söylemek mümkün. Şartlar iyice olgunlaştığında ise, 1600 yılında maceracı tüccarlar zaten ticaretten pay almak isteyen hükumeti ikna ediyor ve -şimdi yüksek bir meblağ gibi durmasa da o zaman servet olan- 30,000 sterlinlik bir hibe almayı başarıyorlar. Böylece şirketin ilk unvanını da ediniyor: “Doğu Hindistan ile Ticaret Yapmakla Yetkili, Londra Tüccar Şirketi ve Valisi”.
Onay ve sermaye edinen East India Company ilk seferini Malezya-Endonezya civarlarına düzenleniyor. Büyük oranda kölelerden oluşan ganimet şirket otoritelerinde bir tatmin yaratıyor ve artık gözler zenginlikler diyarı Hindistan’ın üzerine çevriliyor.
İlk on yıl içinde askeri bir çatışmaya girmekten kaçınılıyor ve Avrupalı diğer devletlerle rekabette daha naif bir politika yürütülüyor. Hatta English East India Company adıyla ikinci bir şirket daha ortaya çıkıyor. Daha sonra devlet eliyle bu iki şirket birleştiriliyor ve United East India Company adıyla ortaya çıkan işte bu şirket bilinen East India Company oluyor. Bu nedenle 17. yüzyılda tohumları yeşeren şirketin 18. yüzyıl başlarında kurulduğu kabul edilir.
Şirket 1600’lü yılların başını ticari dengeleri oturtmakla geçiriyor. Ama İngiliz ticaretinde bir “Monopoly” olduğu için giderek güçleniyor ve imtiyazlarını arttırıyor. Günümüzde gücü tek bir elde toplamanın ne kadar tehlikeli olduğunu East India Company’nin yaptıklarını da okudukça anlayacaksınız.
Bu dönemlerde (1600-1610) Babürlüler gücünün zirvesinde olduğu ve Portekiz, Fransız rakipler çok güçlü olduğu için daha ılıman bir yayılma politikası var; ancak yine de ticari üsler ve alınan ayrıcalıklar giderek artıyor. 1612 yılında o zamanlar Hindistan’da hakim olan Türk-Moğol kökenli Babür İmparatorluğu’ndan ilk ticari üs kurma izni alınıyor ve yine aynı yıl Portekizlilere karşı Swally Savaşı kazanılıyor. Şirketin bu ilk askeri başarısı Avrupalı diğer devletlere karşı ticaretteki tartışılmaz üstünlüğü kurma hedefinin ilk adımı. Aynı zamanda bu dönemden sonra Royal Navy I. Dünya Savaşı’nda Alman U-boat’ları gelene kadar denizlerdeki üstünlüğü kimseye kaptırmıyor.
Avrupalı devletlerin Hindistan’ı bu kadar odak haline getirmesinin nedeni de başta baharat olmak üzere ham madde ihtiyacı ve tarım alanlarının bolluğu. Hindistan’da bu vakitlerde Babür hakimiyeti sağlam bir konumda. Babürlüler Tac Mahal’in de yapıldığı 1600’lü yıllarda güçlerinin zirvesindeler.
Bu nedenle sömürgeci devletler kalıcı yerleşme kurmak için iki kere düşünmek zorunda kalıyor. Ancak East India Company’nin giderek güçlenmesi ve Babürlerin de Şah Cihan sonrası giderek çökmesi kalıcı yerleşmelere olanak sağlamaya başlıyor.
1612 yılında İngiliz diplomat Thomas Roe, Babür Şahı Cihangir ile görüşüyor ve Surat limanında ilk fabrika ve ticari üssü kurma iznini alıyor. (Şahın krala yazdığı mektup) Bu, Hindistan’daki ilk kalıcı yerleşme. Sonrasında şirket gerek savaşarak gerek diplomasiyle sınırlarını genişletiyor. Şirket, sırasıyla Madras (1639), Bombay (1668), Kalküta (1690) şehirlerinde ticari üsler ve kalıcı yerleşmeler elde ediyor. Şirketin askeri gücünü geliştirdiğini ve bu agresif genişlemeyi buna borçlu olduğunu söylememiz mümkün.
Bu dönemde (1662) Portekiz prensesi Catherine, İngiliz kralı II. Charles ile evleniyor. Bu evlilik, Hindistan’daki neredeyse bütün Portekiz üslerinin East India Company denetimine geçmesine sebep oluyor. Kurulan bu müttefiklik sonrası Hindistan’daki en büyük rakip Hollandalılar haline geliyor. Çıkarları çatışan bu iki devlet, yüzden fazla yıl süren Hollanda-İngiltere savaşlarına başlıyorlar. Özet olarak savaşların sonunda İngilizler, Hint ticaretinin ana kontrolünü sağlıyor dememiz mümkün.
1689 yılında Babür Şahı Evrengzib, uzunca bir süre Tac Mahal’de oturup çayını içerken en sonunda gözden çıkarılamayacak kadar toprak kaybettiğini fark ediyor. Amiral Sidi Yaqub komutasındaki Babür donanması, Bombay’a saldırıyor. Bir yıllık direnişten sonra şirketin ordusu teslim olmak zorunda kalıyor ve Hindistan’daki en önemli üssünü kaybediyor. Ama bu kayıp uzun sürmüyor. Şirketin elçileri büyük tazminatlar ve daha iyi yönetim vaatleri ile şahı kandırıyor. Şah, birliklerini geri çekiyor. Bombay ve Kalküta’da üsler yeniden kuruluyor. İngilizlerin başarılı, Türklerin başarısız diplomasisi yine ve yeniden adını tarihe altın harflerle yazdırıyor. 1690 yılına gelindiğindeyse, günümüzün başarılı planlama ve güçlü İngiliz devletinin desteğiyle East India Company Dünyadaki en önemli ticaret otoritesine dönüşmüştü bile.
Tam da bu noktada İngilizlerin alametifarikası ve üzerinde güneş batmayan imparatorluğun kaynağı sömürgecilikten bahsetmemiz gerek. Portekiz, İspanya ve Fransa gibi örneklerdeki sömürgecilik baya düzdür: “Kaynakları olan ama gelişmemiş bir yere gel. Silah ve teknoloji üstünlüğün sayesinde kazan. Ne kadar ganimet varsa al götür.” Bu Amerika kıtasındaki kalıcı İspanyol ve Portekiz yerleşmelerinde de böyle olagelmiştir. Ama oralarda yerel halk yoğun nüfuslu olmadığı ve kölelikle yapılan tarımın, burjuvaları parasal açıdan ihya etmesi sebebiyle kalıcı yerleşmeler kurulabilmiştir. İngiltere ise rakiplerinin aksine önce yerel halkın güvenini kazanmaya, yeri gelince hediyeler ve bazı tavizlerle onlara iyi bir yönetici olduğunu göstermeye gayret etmiş; yağma yapmaktan çok burada nasıl kalıcı olarak yerleşir ve uzun vadede bütün zenginliklerinden faydalanabiliriz amacıyla planlama yapmıştır. Bu da onlara üzerinde güneş batmayan imparatorluğu kurma imkanı vermiştir. Bu farkı aslında Türkiye de bizzat yakinen yaşamıştır.
Antep, Urfa, Maraş kendisine verilen Fransızlar burada “Bakalım baş örtünüzün altında ne var? Bu camiler de çok ses yapıyor hemen yıkalım canım.” politikası yürütünce halkın büyük tepkisi ve isyanıyla karşılaşmışlar, karşılarındaki savaşçı ve Arap kabilelerinin aksine Sütçü İmam, Ali Saip, Şahin Bey liderliğinde gayet organize bir direnç bulunca çekilmek zorunda kalmışlardır. (Daha fazla bilgi için Hasan İzzet Altınanıt / Milli Mücadele Güney Cephesi kitabını tavsiye ederim) Bunun aksine Arabistanlı Lawrence, Müslümandan daha Müslüman, namaz
kaçırmayan, zekatını bol bol veren biriydi. İzlemediyseniz ön yargılı davranmadan filmini izlemenizi de öneririm. Yerel halkın anlayacağı dilden konuşarak ama planı ve programı İngiliz usulü yaparak Arap isyanını başarıya ulaştırmıştır. İngilizlerin sömürgedeki gücü de işte bu politikalardan geliyor. Sömürge işlerinde neden İngiliz dominasyonu olduğunu da anladıysak şimdi sırada East India Company’nin Hindistan’da sağlamayı başardığı mutlak yönetim var.
Bir zamanlar İngiliz hakimiyetinde olan topraklarındaki şirket, 1700’lü yıllara geldiğimizde İngiltere ana karasındaki sahiplerini giderek zenginleştirdi ve güçlendirdi. Bu zenginler İngiliz Parlamentosu’nda bir yer edinmeye başladılar. (Taboo dizisini izlediyseniz biliyorsunuzdur; bu insanlar bir süre sonra kralı dahi yönetir oldular.) Şirket her zaman kendi çıkarlarını ön plana koydu ve İngiliz devletini bu çıkarların ortak olduğuna ikna etmeyi başardı. Şimdiki Facebook kurucusu Mark Zuckerberg’ün ABD tarafından hunharca yargılandığı düşünülürse, East India Company’nin bunun tam tersini yapabiliyor olmasından ne kadar güçlü bir hale geldiğini tahmin edebilirsiniz.
1750’li yıllarda özellikle Amerika’da Fransızlar güçlü bir rakip haline gelince İngiliz Parlamentosu, şirkete ve sömürgelerden sorumlu orduya olağanüstü yetkiler verdi. Artık güçlerinin zirvesinde olan sömürgeci devletlerin toprakları bir diğer süper devletin toprağıyla çakışmaya, yine bu devletlerin çıkarları birbirleri arasında büyük gerginlikler yaratmaya başladı. Bunların sonucunda tarihin akışını değiştiren savaşlardan biri başladı. Yedi Yıl Savaşları adını verdiğimiz yine bu üstüne tezler, makaleler yazılacak savaşlar 1756-1763 yılları arasında süregeldi. Yine, yeni ve yeniden kazanan İngilizler asıl kazancını Amerika kıtasında elde etmiş olsa bile Hindistan’daki en büyük rakiplerinden birini de elimine etmiş oldu.
1765 yılında James Watt buhar makinesini çalışır hale getirdi. İngiltere’nin gücünü zirvesine çıkaracak olan Sanayi Devrimi başladı. Bu dönemden sonra şirket kaynaklarını fetihlere aktardı. Dünya üzerindeki çoğu devletten daha büyük ordu ve donanmaya sahipti. (1857 yılında düzensiz birliklerle birlikte 280.000 civarı kişi) Ordu içinde sepoy adı verilen Hintli askerler de vardı. Empire: Total War oynayanlar bilecektir, bu dönemde Babür İmparatorluğu bizzat İngilizler tarafından finanse edilen Maratha İmparatorluğu tarafından ele geçirilmişti. İngilizler agresif genişleme politikası uygulamaya başladığında Maratha İmparatorluğu’na bağlı yerel birlikler karşı durmaya çalıştıysa
da başaramadı. Bu dönemdeki en önemli mücadeleler Anglo-Maratha Savaşları ve Seringapatam Kuşatması idi. Bazı yerel limanlar Maratha İmparatorluğu direnişiyle geçici bir süre korunabildi. 1818 yılında da tamamen yıkıldı. 1800’lü yıllara geldiğimizde East India Company istisnalar hariç bütün Hindistan’ı kontrol etmişti. Tabii ki East India Company hiçbir zaman elindekiyle yetinmemiş ve hep daha fazlasını istemişti. Şirketin İngiliz ana karasındaki yöneticileri gözlerini Çin’e dikti. İşte buradan sonra East India Company bize “hırssa hırs, güçse güç, sömürüyse sömürü” diyecekti.
Sanayi Devrimi sonrası, insan hakları öncesi East India Company’nin korkunç şirket vasfını zirveye çıkaran olay afyon savaşlarıdır aslında. Bu savaşların birçok farklı farklı sebebi olsa da asıl olay Çin’de ticaretine izin verilmeyen veya az izin verilen çay, porselen ve ipek gibi ürünlerin Avrupa pazarında çok talep görmesiydi. O zamanlara kadar dünya tarihinde kendi halinde bir yaşam süren Çin, Qing Hanedanlığı’nın altında merkezi ve güçlü bir imparatorluk haline gelmişti. Kendi kendine yetebilir hale geldiğinde limanlarını neredeyse tamamen batılı devletlere kapattı, ürünlerini sadece gümüşle satmaya başladı ve küresel ticarete kesinlikle izin vermeyeceğini duyurdu. Bu dönemin güçlü batılı devletlerine ve özellikle de East India Company’e açık bir başkaldırı demekti. İzleyenler çok net hatırlar, House of Cards dizisinde kaburga dükkanında Raymond Tusk, Frank Underwood ile yaptığı görüşmede bu savaş için şöyle diyor: “It was bigger than opium, Frank. That was simply the excuse. Pekin wanted to call the shots instead of the west.” (Asıl mesele afyondan daha büyük Frank. Bu sadece bir bahaneydi. Pekin, Batı’nın yerine söz sahibi olmak istedi)
East India Company daha da zenginleşme hırsıyla Hindistan’da yetiştirdiği ve üretim fazlası olan afyonu serbestçe Çin’e sokmak ve koskoca bir milletin neredeyse yarısını afyon bağımlısı yapmakta buldu. Çinliler o zamanda uyuşturucunun zararlarından bihaber oldukları için afyonu rahatça benimsediler. Hatta “Artık bakıcıya gerek kalmayacak, çocuklarınıza afyon verin ve bütün gün kafanız rahat etsin.” gibi inanışlar burjuvalar arasında hızla yayıldı.
Çok süre geçmeden afyon bağımlısı Çin nüfusu elli milyonu buldu. Her gün binlerce Çinli sokaklarda ölü bulunuyordu. Çin hükumetinin bu sorunla ilgilenmekte geç kaldığını söylememiz yanlış olmaz. Resmi yetkililer dolgun rüşvetler karşısında ticarete memnuniyetle izin vermiş ve halk arasında faydalı görülen afyonu ülkenin tamamına yaymakta beis görmemişlerdi. Toplumsal sorunlar iyice baş gösterdiğinde ve el altından yürütülmekte olan afyon ticareti iyice ayyuka çıktığında Çin hükumeti artık dur demenin vakti geldiğini anladı. Öncelikle bütün afyon ticareti ve kullanımı tamamen yasaklandı.
Sorunla baş etmek için görevlendirilen Lin Zexu, özellikle kanton bölgesinde bulunan afyon depolarını denize dökerek imha etti. Rüşvet alan görevlileri ve afyon satıcılarını temizledi. Hatta kraliçeye atarlı giderli bir mektup yazarak ticareti durdurmasını istedi. Bu mektubun kraliçeye ulaşıp ulaşmadığını bilmiyoruz ama İngilizleri sinirlendirdiği kesin. Çin, cinayet işleyen birkaç İngiliz denizcisini teslim etmeyi reddedince zaten kârı önemli ölçüde düşmüş East India Company, savaş kararını almakta gecikmedi.
East India Company, ilk demirden savaş gemisi Nemesis gibi büyük teknolojik avantajları sayesinde ezici bir galibiyet aldı. Nanking Anlaşması’na mahkum olan Çin, Hong Kong’u şirkete kiralamak, bütün limanlarını Avrupalı tüccarlara açmak ve bu limanlarda denetleme yapma hakkından vazgeçmek zorunda kaldı. Şirket tabii ki bu sürecin sonunda “Daha çok bağımlı Çinli olsun, biz de güzel güzel saraylarımızda çayımızı içelim” politikasına devam etti. Bunu gören diğer Avrupalı devletler “Biz de isteriz!” dediler. Gözü doymayan East India Company, “gemiden bayrağımızı indirdiler” gibi “buraya demokrasi getiriyoruz”dan hallice bir sebeple II. Afyon Savaşı’nı çıkardı ve haklarını genişletti.
Çinlilerin “şeytan gemi” dediği ilk buharlı savaş gemisi Nemesis, bu savaşlar sonucu görüyoruz ki gücünün zirvesindeki emperyalist bir şirket kendi karlılığı için milyonlarca insanın uyuşturucu bağımlısı olmasını zerre umursamıyor. Aynı zamanda dünyanın neresinde olursa olsun çıkarlarına ters düşen en ufak bir hareketi acımasızca cezalandırıyor. East India Company’nin şu dönemde içinde bulunduğu durum “güç, yozlaştırır” deyiminin canlı kanıtı gibi. Dünyanın öbür ucunda milyonlarca insanı uyuşturucu bağımlısı yapmak, bir şirketin korkunç
sıfatını almak için neler yapabileceğinin göstergesi. Devletlerin ve bu gibi şirketlerin aynı refah seviyesine gelmek için dünyaya ödettiği bedeller aslında günümüzdeki ekonomik ve politik düzenin durumunu daha net anlamamızı sağlıyor.
Afyon Savaşları sonrası beklenenin aksine kâr artmadı. Çünkü Çin’de hala devam eden bir yabancı düşmanlığı başladı. Devlet gittikçe zayıfladı ve halk arasında huzursuzluk iyiden iyiye arttı. En sonunda Taiping Ayaklanması patlak verdi ve 20 milyon insan öldü. (Bu sayı I. Dünya Savaşı’ndaki kayıplardan bile fazladır) Qing Hanedanlığı yıkıldı. Günümüzdeki Komünist Çin’e evrilme dönemi başladı.
Şirketin giderek güçlendiğini ve kendileri için bir tehdit oluşturmaya başladığını gören İngiliz Devleti 1773’te çıkardığı Regulating Act ile şirketi denetim altına aldı. 1784 yılında Pitts India Act ile denetimleri sıklaştırdı. 1813 ve 1833’te çıkan Charter Act ve Government of India Act şirketin en önemli gücü olan ticaret tekelliği de ortadan kaldırıldı. İngilizler şirkete “Artık sen Hindistan’dan vergi falan topla.” diyerek ticareti tamamen devletin kontrolüne aldı. Bundan hırslanan ve kayıplarını telafi etmek isteyen şirket, acısını Hint halkından çıkardı.
İyice bastırılmış olmalarına rağmen Hint halkı ezildiği vergilerin ve fakirliğin altında kalmayı reddetti. East India Company’nin tabutuna çiviyi çakacak olan Hint İsyanı başladı.
Hindistan’da 1857’deki Hint isyanı, Birinci Bağımsızlık Savaşı olarak adlandırılır. İsyan ilk olarak East India Company’nin Bengal ordusu içinde yer alan Hint askerler (Sepoylar) arasında, 10 Mayıs 1857 yılında başladı. İsyan giderek Delhi, Agra, Lugrov gibi kentlere yayıldı. İlk günden itibaren iki taraf için de büyük bir vahşete dönüştü. Mahratta soylusu komutasındaki Hint kuvvetleri, İngiliz askerlere ve sivillere önce güven içerisinde gidebilecekleri sözünü vermiş, ardından Kanpur’da binlerce Hintli sivilin gözü önünde hepsini katletmişlerdi. Bunu üzerinde olay yerine ulaşan İngilizler, intikam için halka saldırdı. Ölen her İngiliz için en az 100 tane Hintli öldürdüler. İlerleyen günlerde sayıca çok olan asiler, İngilizlere kök söktürmeye devam etti. Adada sadık kalmış 80.000 İngiliz askerden isyana katılmamış sepoyları ve halkı kontrol etmek için olan birlikler çıkarıldığında aktif savaş için çok az birlik kalıyordu. Pencap kentindeki 25 milyon insanın isyana katılmamasını sağlamak için sadece 4.000 asker bırakılabilmişti. Böyle giderse İngiliz-Hint hakimiyeti sona erecek gibi görünüyordu.
Ancak isyanın çok önemli bazı problemleri vardı. İsyan 90.000 civarı sepoya yayılmış olsa bile en az Bengal ordusu kadar güçlü Bombay ve Madras ordularına yayılmamıştı. Halktan azımsanmayacak bir kesim, isyana katılmış olsa bile ellerinde üstünlük kurmak için gerekli silah gibi araçlar yoktu. Birlikler küçük gruplar halinde İngilizlere büyük sorun çıkarıyor olsalar bile bir bütünüyle bir ordu haline gelmeyi hiç başaramadılar. İsyancı güçlerin elinde daha önce 200’den fazla kişiyi komuta etmiş bir subay yoktu. Savaş boyunca Osmanlı gemilerinin de yardımıyla İngiltere sonsuz bir lojistik desteğe sahip olmuştu. Bu nedenlerle isyancıların İngilizlerin planlı bir saldırısında hezimete uğramamaları imkansızdı.
14 Eylül’de İngilizler isyanın merkezi Delhi’ye saldırdı. Şehir içindeki Hintliler büyük bir direniş gösterdi. Saldırının sonunda İngiliz ordusunun çeyreği, subaylarının da yarısı ölmüştü. Kalan askerler başka bir hücumu reddettiler ve emir komuta zinciri bozuldu. Şehrin içindeki kuvvetler birlik olabilselerdi rahatlıkla kazanırlardı. Ancak onlar da isyanın geneli gibi birlik olamadılar ve zamanla dağıldılar. Delhi düşünce isyan yer yer devam etse de zamanla tamamen yok edildi. İngiliz kuvvetler Hintli tarihçilere göre takip eden on yıl boyunca 10 milyondan fazla Hintliyi isyana katıldıkları gerekçesiyle katletti. İsyan sonrası Hindistan’daki Hindular; Müslümanlardan, İngilizlere yardım ettikleri gerekçesiyle nefret etmeye başladı. Bağımsızlık hareketine olan güven sarsıldı ve İngiliz hakimiyeti yaklaşık bir yüzyıl daha sağlanmış oldu.
İsyan sonrası zaten parlamentoda güç kaybetmiş olan East India Company iyice baskı altına alındı. Çoğu ileri gelen devlet adamı isyanın baş sorumlusunun şirketin ta kendisi olduğunu savunuyordu. 1858 yılında Kraliçe Victoria öncülüğünde hazırlanan Government of India Act ile şirketin bütün yetkileri Büyük Britanya devletine aktarıldı. Böylece Kraliçe Elizabeth tarafından kurulan dünyanın en büyük ve en korkunç şirketi, Kraliçe Victoria tarafından tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş oldu.
___________
DEV YAZI ÇAĞRISI 30 Ağustos’a kadar yazılarınızı kabul edecek. Detaylar burada.