Bastion ile tanıyıp sevdiğimiz Supergiant Games’in yeni oyunu Transistor’da sesini kaybetmiş pop şarkıcısı Red, kılıç/asa karışımı pek teknolojik bir alet olan Transistor ve bu aletin içine sıkışmış bir ruh – oyunda iz olarak geçiyor – ile birlikte Cloudbank’i saran, topluca Process olarak adlandırılan bir kıyamet alametine ve bunu şehrin tepesine saran dört kişilik Camerata’ya karşı mücadele ediyor. Fakat bu özet kulağa ne kadar epik, ne kadar “dünyayı kurtaran adam” gibi gelse de, anlatı her zaman Red’in mücadelesi ve Transistor ile olan ilişkisi üzerinden ilerliyor.
Bu yazıda Transistor’u parçalarına ayırarak değil, bir bütün olarak ele alacağız, ve kendisine dört soru sorup hepsini 1 üzerinden puanlayacağız. Bütün bu soruların yazarın kişisel beğeni ve yorumlarına kalması ve eldeki eserin tümünü değerlendirmesi sebebiyle, bu inceleme nesnelliğe ve/veya oran ölçeğine uygun bir sonuç vaat etmez. Bununla bağlantılı olarak da ne 4 üzerinden 4 mükemmel bir oyun, ne de 4 üzerinden 0 baş belası bir oyun anlamına gelir. Dört ana sorunun ardından ise belirtmenin iyi olacağını düşündüğüm şeylerden şöyle ayrıca bir bahsedeceğim.
Şimdi alttaki videoyu başlatın, Transistor’ın muhteşem müzikleri yazının devamına güzel güzel eşlik etsin. İyi seyirler.
[youtube http://www.youtube.com/watch?v=-zA1jRmAYfU]
“Ben buna değer miyim?” puanı: 1
Hiç sapmadan dosdoğru hikayeyi oynamak için beş buçuk saat, challenge odalarını da katarsak neredeyse onbeş yirmi saatlik bir içerik, bu süre boyunca hem oynayış ve etkileşimin doğrudan sağladığı tatmin hem de anlatı, görseller ve müziklerin verdiği keyif – değiyor. Çıkış fiyatıyla 20 doları da, kendisi için feda edilen süreyi de fazlasıyla hak ediyor.
“Sizi kendine bağlıyor mu?” puanı: 1
Her şey bir kenara, anlaması basit ama üzerine vakit ve kafa yordukça daha da derinleşen ve güzelleşen, tüm bunları yaparken gereksiz karmaşadan kaçınmasını da beceren dövüş sistemi bile tek başına Transistor’a bu puanı kazandırabilir. Fakat bunun üstüne Red’in sesini kaybetmesi ve yaşadığı kasabada sıkıntılı şeylerin olmasıyla başlayan basit ama bir yandan da katman katman keyif alınabilecek senaryosu, hem ikinci bir oynanışı hak edecek kadar sürükleyici, hem de hiçbir şeyi gereğinden fazla uzatıp yaymadan başlayıp biten, bütünlüklü bir öyküyü anlatıyor ve Transistor için bu puanı garantiliyor.
“Olmasaydı olmaz mıydı?” puanı: 1
Bütün kalitesine rağmen bu puanı kıl payı hak eden Bastion’ın aksine, Transistor dijital oyun dünyasındaki varlığını, her açıdan, sonuna kadar hak ediyor. Gereğinden fazla karmaşıklaşmadan Bastion’ın pek özelliksiz alanlarını zenginleştirerek varlığına duacı olmamızı sağlıyor, acaip sevap topluyor.
“Bir mihenk taşı olabilir mi?” puanı: 1.
Sahanın solundan (çeviri türkçesi \o/) beklenmedik bir şekilde karşımıza çıkmış bir oyun değil Transistor, bu yüzden yıllar sonra oyunları tartışırken kendisinden ne kadar söz edileceği biraz meçhul. Fakat bu sıkıntısına rağmen oldukça ehil bir oyun olduğu için, ve öncüllerinin üstüne çok özgün eklemeleri olduğu için bu puanı hak ettiğine inanıyorum. Belki bir Half Life ya da Braid kadar değil, fakat Transistor’ün de gelecekte oyunları konuşurken lafının sıklıkla geçmesi gayet yüksek bir ihtimal.
Oyunun geçtiği şehir olan Cloudbank çok güzel. Oyun boyunca Process sonucu beyaz beyaz duvarlar ve sütunlarla kaplansa da, altında 1900lerin ortalarından, Avrupa’nın pek fevkalade ve elit şehirlerinden özenle seçilmiş parçaları alıp tekno-distopik bir dünyada kaynaştırarak yeniden yaratan bir ortam var. Şarabını alıp dere kenarındaki çitlere yaslanıp manzara izleme şehri Cloudbank – Transistor bey de zaten “Buraların barları kafeleri de ne güzeldi cidden…” diye nostalji yapmadan geçemiyor. Sokaklarında binbir türlü düşmanla (ki çeşitlilik gerçekten inanılmaz) binbir türlü kombinasyona yol veren ataklarla savaşmamıza rağmen, hiçbir zaman o mahkum güzelliğinden ödün vermiyor. Bu açıdan biraz Bioshock hisleri yaşatmıyor değil zaman zaman.
Dövüş demişken, yazı boyunca bol bol bahsettiğim gibi çok, çok iyi bir sistem var ortada. Normal bir izometrik 2 boyutlu action oyunu gibi, gerçek zamanlı saldırılar ve sağa sola koşturmaların yanında, her şeyi süre/adım bazlı bir şekilde sıraya dizip inanılmaz bir hızla uygulamaya koymanızı sağlayan bir sıra sistemi mevcut. Dövüşün herhangi bir anında mod değiştirip, komutları verip, hepsinin yerine gelmesini büyük bir keyifle izleyebiliyorsunuz. Bu iki yöntem arasında birinin diğerinden daha işlevsel olmasının önüne ise, sıra modundan çıktıktan sonra bir süre hiçbir saldırıyı kullanamayacağınız bir soğuma süreciyle geçilmiş. Ne var ki gerekli kombinasyonlarla bu engeli atlamak da mümkün.
Kombinasyon derken?