Red’in elinde taşıyıp bol bol sevgiyle sarıldığı Transistor’ımız, oyun boyunca çeşit çeşit fonksiyonlar topluyor. Biz de Transistor’ın hafıza bütçesi dahilinde bu fonksiyonları saldırı, yükseltme veya pasif slotlara keyfimizce yerleştirip, bin türlü kombinasyondan istediğimizi saldırı olarak kullanabiliyoruz. Bu noktada belirtmek gerekir ki, Borderlands 2 gibi sırf sayıya vurulmuş ve en nihayetinde sıkıcı ve özelliksiz bir çeşitlilik değil burada söz konusu olan. 16 gibi akıllı uslu bir çeşit sayısı var ortada, ve hepsi tamamen kendine has özellikleriyle bütün kombinasyonların farklı işlemelerini sağlıyorlar.
Çarpıştığımız düşmanların birbirinden farkı da bu çeşitlilikten sonuna kadar faydalanmamızı sağlıyor. Her şeye karşı güçlü tek bir kombinasyon bulmak imkansız değilse bile, çok zor. Bununla birlikte ana hikaye dövüş konusunda tatmin etmediği takdirde de kurtlarımızı rahat rahat dökebileceğimiz pek çok challenge odası var – hepsi buz mavisi arka kapılarla ulaştığımız Sandbox’ta bizi bekliyor.
Sesini kaybetmiş (ve doğal olarak konuşamayan) Red ile, sadece sesi ile iletişebilen Transistor’ın arasındaki iletişimin işlenişi de, zaten kişisel bir seyirde giden anlatının etkileyiciliğini artırıyor. Nadir anlarda sesini Transistor’a duyurma şansı yakalayan Red şarkılara mırıldanarak ve sağda solda bulduğu terminallere yorumlar yazarak konuşabiliyor sadece. Bunun üstüne de gözümüze soğan kaçtığı için, ancak taba basılı tutarak Red’in mırıldanmalarını dinlemek kalıyor bize.
Puanlandırırken karar vermekte en zorlandığım sorudan da biraz daha bahsetmek gerekirse: 5 sene sonra Transistor konuşacak mıyız? Bastion, her ne kadar bazı alanlarda pek zengin olmasa da, oyun ortamına çok uygun özgün anlatı yöntemi ve sanatsal tarzı sayesinde hatırlanır bir deneyim sunmuş, bugün dahi konuşulan ve örnek gösterilen bir oyun olmuştu. Transistor’de ise Supergiant Games bir önceki oyunundaki özgün çizgisini korumakla kalmayıp geliştirmeyi başardı başarmasına, ama kısmen Bastion’ın mirasının üstüne inşa edilmiş ve (zaman mekan devamlılığı kahrolsun ki) Bastion’dan sonra gelen bir oyun olduğu için, aynı kült statüsüne ulaşıp ulaşmayacağından ve Bastion gibi bir mihenk taşı olup olamayacağından başta emin olamadım.
Fakat daha sonra biraz daha düşününce, muhteşem dövüş sistemi ve kişisel ama oyunla girift hikayesiyle hem mekaniksel hem de dinamiksel açıdan çok daha yeterli bir oyunu Bastion’a benzer bir paketle sunmayı becerebildiğini göz önüne alarak, bu puanı vermeye kadar verdim. Halen daha en ikilemde kaldığım puan bu olmakla birlikte, Transistor’ın bu konuda 1’i 0’dan çok daha fazla hakettiğine inanıyorum.
Her şeyi bir kenara bırakırsak aslında Transistor’ın en büyük handikabı, “bir Bastion daha” bekleyenleri hayal kırıklığına uğratırken Bastion’dan habersiz kendi başına değerlendirenler için de derinliklerini keşfetmesi nispeten zor bir oyun olma ihtimali. Ben böyle bir şey yaşamadım, ve oyun içi yönlendirmeler de bu açığı olabildiğince kapatır düzeyde – dediğim gibi, öyle çok karmaşık bir oyun değil, sadece bazı şeylerin işleyişini tamamiyle çözmek için biraz vakit ve kafa isteyebiliyor. Bu da oldukça ödüllendirici bir deneyim olduğu için pek sorun teşkil etmiyor.
Transistor’dan Bastion’ın değişik bir versiyonu olmasını bekleyenler için ise başka meseleler mevcut. Örneğin daha önce anlatıcı üzerinden oyun boyunca serpiştirilmiş, oyunun geçtiği mekanla ilgili minik açıklamalar da yapan replikler, yerini Transistor’e sıkışıp kalmış, kısıtlı bir perspektife sahip bir karaktere bırakıyor. Bu değişim sonucu sahnenin ön planındaki yerini kaybeden izahatler kendine dövüş sistemini açıklayan yazıların kenarında köşesinde yer bulabilmiş ancak. Bastion’da oyun esnasında bütün dünyayla ilgili şeyler dinlerken, Transistor daha kişisel bir anlatıma sahip. Bu da hikayenin epikliğini bir nebze olsun azaltıyor ama, her şeyi çok daha bütünlüklü hale getiriyor.
Özetle, güzel ve özgün bu estetik bütünlüğü ilk uygulayan oyun değil belki Transistor, fakat kendi ayakları üzerinde de rahat rahat durabilen bir oyun. Yaptıklarını yapmak için illa Bastion olmak gerekmediğini, tamamen farklı şeyleri de aynı kaliteyle anlatabileceğini gösteren bir oyun. Dövüş sistemiyle birlikte, artık “Supergiant Games estetiği” diyebileceğimiz şeyin de ilerleyen günlerde diğer oyun geliştiricileri tarafından kullanılacak ve belki de ilerletilecek bir şey olduğu kesin. Oyuncuya yaşattığı deneyim ise eksiksiz, fazlasız, tam kıvamında.