Hâlihazırda cuma günlerini, hafta sonunun habercisi olması sebebiyle çok seviyorduk. Fakat hayatımızda, beklenmedik bir şekilde pandemi kelimesinin yaygınlaşmasının ardından hafta içi ve hafta sonları arasında fark kayboldu ve cuma günleri de bizim için olan önemini yitirdi. Tam cuma günlerinden ümidimizi kesmek üzereyken Disney Plus; önce Mandalorian, daha sonra WandaVision ve son olarak The Falcon and The Winter Soldier ile cuma günlerimize neşe katarak, bir kez daha hafta sonunu sabırsızlıkla beklememize sebep oldu. Biz de her hafta olduğu gibi bu hafta da klavyemizin başına geçtik ve dizinin The Whole World Is Watching isimli, birinci sezon dördüncü bölümünü spoilerlı olarak incelemeye başladık.
The Falcon and The Winter Soldier dizisinin ilk bölümü yayınlandığında, dizinin sadece bir süper ajan filminden fazlası olacağını, anlatmak istediği daha derin bir hikâye olacağını söylemiştik. Özellikle Flag-Smasherların argümanlarının, çizgi romanlardakinden çok daha anlaşılabilir ve mantıklı olması, diziye karşı olan heyecanımızı arttırdı. Fakat daha sonra gelen ikinci ve üçüncü bölümler ne yazık ki ilk bölümün yarattığı heyecanı giderek azalttı ve bir kez daha bu diziyi, sadece bir süper ajan dizisi olarak görmemize neden oldu. Tam biz, The Falcon and the Winter Soldier’ı bu şekilde kabullenecekken dizi, hayal kırıklıklarımızdan adeta yeniden doğdu ve tam olarak beklediğimiz bölümü bizimle buluşturdu.
Bu bölümde aslında Baron Zemo’nun defalarca vurguladığı üzere süper asker serumu ve süper askerler başından beri evrende var olmaması gereken bir olgu. Bu olgunun bugün var olmasının tek sebebi başlangıçta Naziler gibi tamamen şeytani bir varlığa karşı kullanılmalarıydı. Bu kadar kötü bir düşmana karşı kullanılmalarına rağmen Dr. Erskine, Steve Rogers’da bir şeyler görüp ona güvendi ve süper asker serumunu kullanacak ilk kişi olarak onu seçti. Steve Rogers da kendisine verilen bu güveni boşa çıkarmadı ve sadece Captain America olarak değil, Steve Rogers olarak da tarihe geçti. “Nereden geldikleri önemli değil, kabadayıları sevmem” mottosuyla başladığı süper kahramanlık kariyerinde, gerektiğinde üzerinde bayrağını taşıdığı ülke ile bile karşı karşıya gelmekten çekinmedi, kendi bildiği doğrudan şaşmadı.
Şahsım adına diziden beklediğim en büyük şeylerden bir tanesi Sam’in, Steve Rogers’ın mirasının sadece vibranyumdan yapılma bir kalkan olmadığını, tam olarak yukarıda söylediğimiz gibi bazen Captain America olmanın doğru bildiğin şeyleri yapmak adına tüm dünyayı karşına almak olduğunu anlamasıydı. Eğer Sam Wilson, bundan sonra izleyeceğimiz Marvel evreninde kalkanı koluna geçirip kendisine Captain America diyecekse bu unvanın getirdiği ideolojiyi de öğrenmeli. Yaşaması gereken bu çok önemli karakter gelişimini artık çok daha büyük hikâyeler anlatması gereken Marvel filmlerinde yaşamayacağı için dizide bu karakter gelişimini yaşaması gerekiyordu Sam’in. Bu yüzden ilk bölümden çok ümitliydik, bu yüzden ikinci ve üçüncü bölümde hayal kırıklığına uğradık ve bu yüzden dördüncü bölümü çok beğendik!
Sam Wilson’ın bu karakter gelişimini yaşamasını istiyoruz ama ona bunu yaşatacak olan kişi kendisi değil, Flag-Smasherlar. Yani Flag-Smasherlar’ın o kadar iyi bir motivasyonu olmalı ki Sam kendisinin ve ülkesinin motivasyonlarını sorgulasın. Dizimizin bölümlerini tam olarak bu sebepten dolayı sevdik ya da sevmedik. Çünkü çok iyi bir motivasyonla başlayan Flag-Smasherlar, üçüncü bölümde gereksiz bir şekilde insan öldürdüler ve kötü adam olduklarının altını çizdiler. Fakat bu bölüm, Karli ve Sam’in konuşmaları ile birlikte hem Sam’e hem de bize bazı fikirleri sorgulatmayı başardılar ve bu da bana kalırsa oldukça gerekli ve olması gereken bir hamleydi.
Şimdiye kadar Jonathan Walker’ın motivasyonunun oldukça anlaşılabilir olduğunu, hatta Sam ve Bucky’nin ona gereksiz kötü davrandığını düşünüyorduk. Fakat tüm bölüm boyunca psikolojik olarak baskıya maruz kalan, bir kanun kaçağı ile beraber çalışmak zorunda kalan, Dora Milaje’den dayak yiyen ve en yakın arkadaşını kaybeden Jonathan, sonunda “tek kötü gününü” yaşadı ve kalkanıyla bir insanın canını aldı. Şimdiye kadar Marvel evrenindeki en güçlü sahnelerden bir tanesi olarak gördüğüm bu sekansta; Amerika’yı, Steve Rogers’ı, Avengers’ı temsil eden her şeyin kana bulandığını gördük ve bizimle beraber tüm dünya da gördü. Bu noktadan sonra artık Jonathan Walker’ın herhangi bir haklılığının yanı kalmaması bir yana, Sam’in de artık onun karşısında durması için bir neden doğdu. Öyle sanıyorum ki kalan bölümlerde Sam, Jonathan’a “Bu kalkana layık değilsin” diyecek ve hem kalkanını hem de unvanını elinden alacak. Bu, söylediğim kadar kolay olmayacak ama olsun.
Bu bölüm ile övmem gereken aslında çok şey var. Dora Milaje’nin aksiyon sahneleri, görseller, diyaloglar ve buna benzer daha bir sürü şey. Fakat benim övmek istediğim ve yeterince övemediğimi düşündüğüm bir şey var ki o da Baron Zemo. The Falcon and the Winter Soldier dizisi, Baron Zemo’nun motivasyonunu ve karakterini anlatmada gerçekten mükemmel bir iş çıkartıyor. Söylediği her söz, yaptığı her hareket gerçekten o kadar tutarlı ve o kadar mantıklı ki dizinin diğer tüm karakterlerine, yaptıkları ile adeta tesir ediyor. Sinema perdesinde gördüğümüz ilk sahnesinden itibaren aynı motivasyona sahip olan karakteri, senaristler o kadar güzel anlatıyor ki gerçekten ona hayran olmadan edemiyorsunuz. Karakterin senaristler tarafından ilmek ilmek yazılması bir yana dursun Daniel Brühl de oyunculuk anlamında kaliteyi arşa çıkarıyor ve her yeni bölüm ile birlikte kendisine hayran bıraktırıyor.
Dizinin bu bölümü gerçekten uzun zamandır beklediğim bir bölümdü ve çok beğenerek izledim. Sizler nasıl buldunuz sevgili Geekler yeni bölümü? Yorumlara gelin biraz konuşalım.
5 Comments
Gittim ikinci bölüm incelemenizi tekrar okudum ve hiç de hayal kırıklığı yaşamış değilsiniz. Bence siz ikinci bölümü de üçüncü bölümü de sevdiniz. Lakin diğer eleştirmen arkadaş objektif şekilde izleyip üçüncü bölümün kötü olduğunu yazınca siz de bu yazıda genel kanıya uyayım endişesiyle ikinci ve üçüncü bölümde hayal kırıklığına uğradım dediniz. Lakin yukarıda da dediğim gibi ikinci bölüm eleştiriniz de hiç de böyle anlaşılmıyor. Bu siteyi uzun yıllardır takip ediyorum ve sizin yazılarınızı da sizi analiz edebilecek kadar okuduğum kanısındayım. Bence siz Marvel yapımlarına objektif bakamıyor hayranlığınıza yenik düşüyorsunuz. Saygılar
İnceleme yazılarını bir ben bir Furkan yazdığı için üçüncü bölümde benim yorumlarımı görme şansınız olmadı haklısınız. Fakat eğer kanaldaki Youtube videolarına bakarsanız orada Furkan’ın da benim de aslında hemen hemen aynı şeylerden dolayı hayal kırıklığına uğradığımı görürsünüz. Tabii ki yazıları okuyup videoları izlemek zorunda değilsiniz o yüzden yanlış anlaşıldığımı düşünüyorum.
Öncelikle yanıtınız için teşekkürler. Videonuzu izlemediğim için bir bilgim yoktu, eğer yanlış anladıysam da kusuruma bakmayın. Saygılar, sevgiler.
Merhabalar, normalde detayları çok fark edemem ama bunu birkaç yerden araştırıp bulamadım. Siz de yorumlarınızda bahsetmemişsiniz. ( haklı olarak bahsetmemişsiniz anlamsız bir detay 🙂 ) Belki bilirsiniz diye sormak istedim. Dördüncü bölümün başında JW ile dövüş sahnelerinin çekldiği yerin kapısında “Gözübüyük Makine” diye bir yazı var, içeride de “Bölükbaşı” yazıyor…
Çekimlerim yapıldığı yerler stüdyo değil mi? Nerede çekildiğini biliyor musunuz?
Yazılarınız için teşekkür ederiz, ellerinize sağlık…
Selamlar
Kerem
Dizinin bir kısmı Almanya’da çekildi. Muhtemelen Almanya’daki gurbetçilerimizin depolarından bir tanesi denk geldi. Kimse “Türk lokumu” sahnesindeki gibi bayrak asmadı ama, o üzdü bizi de.