The Handmaid’s Tale tüm hızıyla devam ediyor ve ilk sezonu şimdiden yarıladık bile. Beşinci bölüme kadar işlenen her temadaki çarpıklık ve sertlik her saniye yükselerek ilerlemeye de devam ediyor üstelik. Gittikçe belirginleşen kurallar ve meseleler de cabası iken beşinci bölüm için de bir-iki kelam etmeden bırakamadık.
Serena Joy: Masum Bir Baskıcının Anarşisi
Şu yazımda da bir şekilde ima etmeye çalıştığım üzere Serena Joy’un aslında o kadar da kötü biri olmayabileceği ihtimali gittikçe güçleniyor, ne dersiniz? Çocuk sahibi olamamalarındaki sorunun Offred’de değil de kocasında, komutanda, olduğuna inanan Serena Joy son derece çaresiz bakışlarıyla durumunu çok güzel anlatıyor aslında. Sırf bu amacını gerçekleştirebilmek adına evin şoförü ile Offred’i birlikteliğe ikna eden Serena Joy, toplumun da ondan çok şey beklediğini simgeliyor. Yalnızca hizmetçiler değil, komutan eşleri de bir şekilde baskılanıyorlar yani. Eğer üzerinde büyük bir yük olmasa, hangi kadın zaten kocasının hizmetçisiyle birlikteliğinden umduğu çocuğu, bir de tamamen kendi kanı dışında insanların yapmasını beklesin ki? Umudunu yitirmesi belli ki ona hiçbir çare bırakmamış. Baskıcı toplumda baskıyı kuranlar arasında gibi gözükse de, aslında bir şeyleri haykırmayı bekleyen bir kurban Serena Joy; mavi bakışlarındaki çaresizliğin serbest kalmayı ifade ettiği…
Bir Saniyeliğine Korkusuzluğu Hisset
Bu bölümün ana fikri buydu bence: Korkusuz olmak. Gittikçe bir direnişe doğru döşenen yolda ilerleyen dizimizin, hizmetçilerin bünyesinde uyanan karşı koyma ruhu kendini çok daha belli eder oldu. Ofglen -şimdiki adıyla Ofsteven- olan Emily karakterimiz, bu bir anlığına hissettiği aykırılık ile kendi ölümüne giden yolu bir bakıma elleriyle düzdü de denebilir. Market alanında kaçırdığı arabayla etrafa küçük bir dehşet saçması zaten yeterince başını belaya sokacak bir şeyken, bir de bu silahlı kuvvetlere dahil olan adamlardan birini arabayla ezdikten sonra ölüm bile ödül olarak düşünebilir onun için.
Ama bir isyanın başlangıcında mubah olan bu adımlar, aslında hiçbir şey bana kalırsa. Çünkü, önceki bölümün sonunda gördüğümüz dayanışmanın verdiği o güven hissi, şimdiki bölümde “aykırı davranırsam da kimin umurunda, yeter artık” düşüncesine dönüşmüş halde. Zira Offred’in bu olayı ve Emily’yi düşünmesi üzerine, evin şoförü ve de bir Göz (evlerdeki casuslar denebilir, kendi üstlerine rapor vermekle sorumlular) olan Nick ile bir istekli birlikteliği de, bu düşünceyi tam anlamıyla yansıtıyor sanırım. Gerçi o bitiş sahnesi, Offred’in bir casus olan Nick’i manipüle etmesi üzerine ayarlanmış birtakım komplolardan da ibaret olabilir. Ama dizinin o sırada, ilk bakışta verdiği mesaj Emily’nin aykırılığı üzerine; o yüzden adım adım ilerleyen anarşik ruhun alevini hissetmeye başlasak iyi ederiz herhalde.
Bay Waterford: “Aşk Dediğin Üç Günlük Eğlence”
Offred’le olan ilişkisi iyice belirginleşen komutanın, her bölüm gittikçe kafasına göre davranması hiç hayra alamet değil. Offred’e bazı hisler besliyor, açıkça görebiliyoruz. Kendisi zora girmese de bu durum hiçbir hizmetçinin hayırlı sonuna işaret olmuyor ne yazık ki. Sürpriz kadın dergileri, Serena Joy’un önünde Offred’i arzulayan bakışlar… Eğer gerçek anlamda Offred’i beğenmiyorsa -ki muhtemelen öyle, çünkü kendisi aşk diye bir şeyin olmadığını ve bu ilişkilerin basit bir arzulama üzerine şekillendiğini söylüyor-, amacının işleri karıştırmak olması gibi bir durum da var bir de. Ama şu ana kadar tanıdığımız karakteri kadarı ile ilk ihtimalin daha yüksek orana sahip olduğunu düşünüp oradan ilerlemek istiyorum. Yine de…
Ha bu arada, “Bir şeyin daha iyisi demek, herkes için daha iyi demek değildir.” minvalinde bir sözü vardı komutanın, hatırlıyor musunuz? Bu söz üzerine yukarıda bahsettiğim ikinci ihtimal daha kuvvetleniyor mu, ne dersiniz? Bu baskıcı devletin, daha iyi bir dünya düzenini hedeflerken herkes için böyle bir düşüncede olmadığı bayağı açık. Peki bu durumda ezilen taraf olan hizmetçilerin bu dünyadaki amaçları ve harcandıkları uğur ne oluyor? Tam anlamıyla bencil bir hiçlik!
Bir Sonraki Bölümden Ne Beklemeliyiz?
İki kelimeyle açıklayalım: DİRENİŞ HAREKETİ. Emily’nin bahsettiği “Mayday” denilen grup/teşkilat, bu distopik dünyanın asileri olan insanlardan oluşuyor. El altından gizlice aykırı davranışlarda bulunmayı planlayan bu örgüt, planlarının doğru gitmesi durumunda hükümeti devirebilecek bir güce gelmeye çalışıyor anladığımız kadarıyla.
İsminin Fransızca anlamıyla “yardım et” demek olan “mayday” kelimesiyle tahmin ettiğimiz üzere; bu insanlar da bir şekilde ötelenmiş, baskılanmış ve ezilmiş olan hizmetçilerden meydana geliyor. Seslerini haykırmaya çabalayan ve bir araya gelerek güç toplamaya çalışan bu insanların tek ihtiyacı olan da yardım. Eğer istediklerini alırlarsa, muhtemelen sezon sonuna doğru büyük bir kaosun ortasında bulacağız kendimizi. Bir tarafta sistemden gayet memnun ve eski hayatında daha kötü muamele gören hizmetçilerin pısırık ruhlarıyla desteklenen devlet, diğer tarafta da eski özgürlüklerine kavuşmak isteyen ve ellerinden geleni ardına koymadan bu uğurda büyük bir kararlılıkla onlarca can feda edecek kadınlar yer alacak tahminimce. Tabii her bir bölüm sonunda daha da çarpıklaşıp sertleşen dizimizin, bu raddeye geldiğinde kim bilir nasıl bir atmosferde olacağı da ayrı bir merak konusu. Siz ne dersiniz? Küçük bir kıvılcımla başlayacak olan direniş hareketinin geleceği ne ölçüde sağlıklı gözüküyor size?