Öncelikle yazının ana fikrini hemen başlangıç hapı olarak vererek süreci hızlandıralım: The Killing Joke başarısız bir proje. Günümüz süperkahraman sinemasında nelerin popüler nelerin sönük sayıldığı düşünüldüğünde The Killing Joke’un filmleştirilmesinin hiçbir şekilde güzel bir esere hayat vermeyeceği aşikardı, nihayetinde ortaya çıkan iş de bu yargıyı doğrulamaktan başka bir sonuç vermedi. Temmuz 2016 sonunda satışa sunulan (ve Amerika’da bir kısım sinemada gösterim imkanı bile bulan) DC’nin yeni animasyon uyarlaması Batman: The Killing Joke en hafif ifadeyle “yapılmasına hiç gerek olmayan” bir yapım. Belki de asıl üzerine düşünülmesi gereken şey ise filmin neden kötü olduğundan ziyade bizim niye her şeye rağmen bu tarz işlere prim verdiğimiz..
Amerikan çizgiroman tarihiinin en keskin işlerinden biri olan The Killing Joke’un tarihin bir döneminde uyarlama ticaretine dahil edileceği kaçınılmazdı. Aslında uyarlamayı bir kenara bırakalım, The Killing Joke ilk yayınlandığı andan itibaren DC’nin servetine bir altın madeni olarak hizmet vermekteydi. Kitabın sadece 64 sayfalık uzunluğunun onu hem Batman hem Alan Moore külliyatına meraklı zihinler için cazip bir başlangıç malzemesi yaptığını görmek zor değil. İster edebiyat ister çizgi roman olsun novella mantığının yayıncı için de okur için de albenisi hep vardır; rahat basılır, rahat yayılır, hızlıca okunur. Her on senede bir satışa sunulan özel basımlar ile kalbi çalınan koleksiyoncuları da unutmamak lazım.
Ancak Batman’in belki de diğer süper kahraman serilerinden çok daha hızlı bir şöhrete kavuşmasını sağlayan bu özel kitabı ekrana taşımak şüphesiz sıkıntılar barındıracaktır. Her ne kadar Batman markasının değerinden ötürü bir miktar ehlileştirilmiş de olsa Moore’un senaryosu yaş sınırını yukarı çeken bir sertliği içinde barındırıyor. Eğer The Killing Joke’u Moore’un zihnindeki şekliyle blockbuster olacak şekilde beyazperdeye taşırsanız tepki çekersiniz, hafifletecek olursanız ise ucuzluğu hikayesinin önünde bir kalıcılığa sahip, vasat altı bir iş yaratırsınız. Bu işte başka seçenek yok. İşin en güzel kotarılabileceği orta yol, “çizgi-esere saygıda kusur edilmeyeceği garantisi”ni bir yanılsama dahi olsa size sunan animasyon çevrimlere bel bağlamaktır. Bu animasyonların seyirci kitlesi daha dar ama sağlam olduğundan büyük hasılat kayıplarının kaygısını duymadan kendinize hareket kabiliyet yaratabilirsiniz. Tabii eğer özgün bir şeyler yapmak planlarınız arasında ise.
Geçmişte DC’nin animasyon Batman işlerinden çok örnekler seyrettim ve her seferinde olaya olumlu yönde bakmaya çalıştım. Ortada yapımcıların bir yüzsüzlüğü varken büyük beklentilere giremezsiniz. Mesela Frank Miller’ın ölümsüz eseri The Dark Knight Returns’ün en fazla vasat/vasatın hafif üstü blockbusterlara sahne ilhamı olacağını, asla kendine ait bir live action filmi olmayacağını bilirsiniz. Bu sebeple bir animsyon uyarlama fikri, iyi kotarılması durumunda yetinilebilir bir seçenektir. Ama aynı yüce gönüllülüğü The Killing Joke’da gösteremiyorum. Bunun iki temel sebebi var.
İlk olarak teknik sebeplere girelim. Animasyon filmin aksiyon sahneleri yer yer canlılık barındırsa üzücü bir basitlik ile kotarılmış. Herhangi bir Batman animasyon dizisi için gösterilen uğraş The Killing Joke’takinden çok daha fazla olabilir. Çizgi romanın bazı hafızaya kazınan, ikonik sahnelerini taklit etme çabaları da benzer zayıflıkta. Bir Youtube animatörünün işlerini seyrediyor olsak büyük beğeni ve saygı göstermemiz beklenebilir, ancak milyonlarca dolarlık bütçelerin savrulup gittiği sulardan bahsediyoruz. DC bu işin daha kendine has bir yöne çekilmesi için niye keseyi hiç açmıyor? Özellikle belirteyim, yapılan iş kötü değil, ancak seyircilerin çoğunluğunu tatmin edemeyecek sönüklükte. Seslendirmeler ise tahmin edeceğiniz üzere filmin yegane güçlü direği, ancak kadroda Mark Hamill var diye de tüm kalan problemler kendiliğinden çözülmüyor.
İkinci ciddi sıkıntı senaryoda karşımıza çıkıyor. The Killing Joke çizgi romanından bambaşka bir yol izleyerek bizi ilk yirmi dakikada Batgirl’ü orijine yerleştirdiği bir başka hikayeyle karşılıyor. Burada İtalyan bir mafya liderinin yeğeninin Batgirl’e duyduğu saplantı ile Batman ve Batgirl arasındaki romantizm bir şekilde işlenmekte. Senaryonun arkasında Brian Azzarello’nun olmasından ötürü bir ölçüde ümit beslenebilecekken ilk yirmi dakikanın sadece bizi sonraki kısım için ısıtan, filmin en unutulası kısmı olduğunu görüyoruz. Birkaç zeki konu başlığı kendini hissettiriyor hissettirmesine, ancak büyük resimde her şey sönüklüğe mahkum edilmiş. Bu ilk yarıda filmin biraz şiddet ve cinsellik içermeye çalıştığını da eklemeliyiz, ne var ki bu çaba filme R-rating logosu kazandırmaktan fazlasını amaçlamıyor, basit bir pazarlama taktiği yani. İş içerik olduğunda, The Killing Joke en fazla ailesinin gardrobunu karıştırıp makyaj malzemelerini alarak onlarla oynayan bir çocuk kadar yetişkin taklidi yapabilir kalitede.
Bugün başta Christopher Nolan’ın The Dark Knight filmi olmak üzere Batman külliyatındaki pek çok esere ilham kaynağı olmuş The Killing Joke’un bu kadar tatsız, kuru bir şekilde ekrana taşındığını görmek hüzün verici, ancak şaşırtıcı değil. Son on yılda sarsıcı bir yükseliş gösteren süperkahraman sineması içerikten ödün verip kafa karıştırıcı aksiyon dozunu yükselttikçe daha da övgü topladı, kahramanların büyük hikayelerinin ise sadece birer küçük saklı gönderme olarak filmlere monte edilmesi yeterli görüldü. Bu metot her yeni filmde hasılatı daha da yukarı çekerken kimsenin The Killing Joke ya da diğer büyük işlere özel bir emek göstermeyeceği aşikar. Bugün The Dark Knight’tan beri tek bir akılda kalıcı Marvel/DC filmimiz yok ise bunun sebebi yapımcıların bizde bulduğu zayıflığı sömürmeleri değil, bizim bu sömürüye göz göre göre izin vermemiz olsa gerek.
Uzun lafın kısası ne ekersek onu biçiyoruz, bize layık görülen de belli ki böyle bir The Killing Joke imiş…
Not:Tüm yetişkin içeriği ve zorlayıcı anlatımı üzerinde defalarca durduğumuz The Killing Joke telif kontrollerinin neredeyse hiç olmadığı özellikle 1990’ların başında çeşitli çocuk dergisinde tefrika çizgiroman olarak yayınlanmıştı. Ülkemizde bir kuşağın çocukluğu dergilerde boyama sayfalarını doldurup ardından Barbara Gordon’un yerde kanlar içinde kıvranışını izlemekle geçmiş anlayacağınız. Hatırlayanların o eski dergileri bulup biraz karıştırması dileğiyle…