Hazır olun, size az sonra, parça parça, The Night Manager‘ın ikinci bölümünü izlerken ne kadar muazzam bir keyif aldığımı; nasıl harikulade lezzetler tattığımı anlatacağım. Yanlış olmasın, henüz The Blacklist gibi “insaniyet namına” övülecek bir noktada değil Night Manager benim için. Çünkü hâlâ, çok niş ve spesifik bir lezzet açığını dolduruyor. Ama gelin, bir yazı boyu oturun benle. Eğer bu niş ve spesifik lezzete siz de hayatınızda ihtiyaç duyuyorsanız, o zaman sizi temin ederim, The Night Manager’a bayılacaksınız.
Evveliyatla, ilk övgü paragrafını oyunculuğa ayırmak gerekiyor. Geçen bölüm az kullanıldığını söylediğimiz Olivia Colman ve Elizabeth Debicki bu bölüm resmen parıldadılar. Bu çok reis bir dizi hareketidir. Tüm karakterlerini aynı anda ön plana çıkartmamak, rotasyona sokmak. Her karakterinize bir bölüm sırtlayabilecek kadar güvendiğinizi gösterir bu. Ne Colman, ne de Debicki bu güveni boşa çıkartmıyorlar. Colman zaten Broadchurch patentli, İngiliz televizyonlarını takip edenlere kendini defalarca ispatlamış biri. Debicki ise, bu bölümdeki performansıyla benim gözüme samimi bir şekilde girdi. Kendisini Guardians of the Galaxy 2‘de izlemek keyifli olacak.
Colman ve Debicki’nin ön plana çıkması, esas oğlanlardan bir şey götürdü mü? Tabii ki hayır. Hugh Laurie gerçekten de kariyerinin en nüanslı performansını veriyor. En azından, dizinin ilerleyen bölümleri şoke edici bir odunlaşmaya ev sahipliği yapmazsa (ki niye yapsın, Hugh Laurie bu lan), bu cümleyi gönül rahatlığıyla kurabileceğiz. Kendisinin Le Carre romanlarına olan hakimiyeti, ezelden beridir sahip olduğu delici karizma ile birleşince, hakikaten dünyanın en kötü adamı çıkmış karşımıza. Dürüst olmak gerekirse, Tom Hiddleston bu kadar büyük bir oyunculuk sergilemiyor. Ama onun da sessiz duruluğunda takdire şayan bir şeyler var.
İyi oyunculuklar, bu bölümle biraz daha geri plan hikayeleri ve yan bilgilerle çeşnilenince; karakterizasyon muazzam bir noktaya geldi dizide. Bu da önemlidir zaten. Bir casus işinde, gerçekten kilit rol oynayan üç şey vardır. Kitap, film, dizi, fark etmeden önemini koruyan şeylerdir bunlar. Başlıcası da karakterizasyondur zaten. An itibariyle, Debicki’nin karakterinin de şekillenmesiyle birlikte bu bölüm karşımıza dört sınırları çok sağlam belirlenmiş, ama şaşırtma kapasiteleri de binlerce kez bulunan, izlemesi keyifli karakter çıkarmış oldu. Ve gerçekten, hangisinin “tarafını tutarak” izleyeceğinize karar vermek çok zor.
Üç şey kilit rol oynar casus işlerinde dedik. Bunlardan biri karakterizasyon, diğeri ise konudur. Konu zaten Le Carre, oraya çok dokunmalarına gerek yok. Benim esas övmek istediğim eşy, hele de bu bölüm öznelinde, kurgu.. Susanne Bier, bu bölümü anakronik bir şekilde anlatmayı tercih etmiş. Ben normalde sıralaması karışık naratiflerden tiksinirim; işe de, karaktere de, hikayeye de fena hâlde soğutur beni bu yöntem. Ama burada başka bir şey yapılmış. Bier, normal akıştan sadece bazı olayların sonuçlarını alıp, akışın anormal yerlerine yerleştirmiş. Ve yani bu gerçekten muazzam bir karar. Çünkü Bier önceden sonucu verdiği için, normalde ağırkanlı gelecek olan kısık ateşte pişme sürecine bir gerilim biniyor. Bu da otomatikman sizi biraz daha bağlıyor ekran karşısına.
Ve bu ekran karşısına bağlama bir kere yapılınca, konunun kıymeti bin artıyor. Çünkü o saatten sonra izleyici ile dizi arasında yaşanan şey bir köşe kapmaca. Kimin eli kimin cebine; kim kime sadık; kim kime ihanet etmek üzere? Bu soruları metin zaten çok iyi sordurtuyor. Siz de gerim gerim gerilerek takip edince, Le Carre’ın olağan ağırkanlılığı ortadan kalkınca, bu soruların içine iyice gömülüyorsunuz. Yani ilginçtir, Le Carre’ın en meşhur işinden uyarlanan ve Oscar’a kadar aday olan Tinker, Tailor, Soldier, Spy‘dan daha net başarmış bu işi The Night Manager.
İlerisi için teorilerim var mı? Şu dakikada, açıkçası var, ama nereye gideceğini düşünmek, o gidiş yolunun keyfini çıkarmak kadar önemli gelmiyor bana. Çünkü gerçekten, ikinci bölümü izledikten sonra Susanne Bier‘in o yolculuğu bize muhteşem bir şekilde yaşatacağına net emin oldum. Ben kemerimi bağladım, bu tatlı tatlı gidip, kafamı allak bullak etmeye ve beni sürüklemeye ant içtiği her hâlinden belli yola hazırım. Siz ne diyorsunuz?