İlk üç bölümü yazdıktan sonra dizinin bölüm bölüm incelemeye deyip değmeyeceği hakkında kafamda soru işaretleri vardı. Dördüncü bölüm yine ortalama bir hikaye sunsa da tam olarak tatmin etmemiş, ilk üç bölümün biraz gerisinde kalmıştı. O sebeple beşinci bölüm gelip dizi yapmak istediklerini, gittiği yönü biraz daha ortaya çıkarana kadar bekledim. Beşinci bölüm de mükemmel olmasa da en azından karşımızda izlemeye değecek bir dizi olduğu ve fantastik olarak çok şansımız olmadığı için en azından konuşulması gerektiğini düşündüm ve karşınızdayım. Diziyi duymayanlar için girizgah niteliğindeki ilk yazıyı şuradan okuyup o şekilde ilerlerseniz daha sağlıklı olacaktır diye düşünüyorum.
Spoiler’lı incelemeye geçmeden önce genel bir değerlendirmeye yapayım bu iki bölümle ilgili. İlk bölümlerde yakındığım şeyler bu iki bölümde de aynı şekilde devam etmekte. Hikaye çok fazla açık barındırmaya, yer yer klişelere düşmeye ve özellikle dördüncü bölüm özelinde saçma aşk işlerine girmeye devam etmekte. Ama beşinci bölümle birlikte olaylara daha fazla ağırlık vermesi, çok şok edici olmasa da güzel twistler yapmasıyla içimizdeki güzel bir fantastik öykü izleme açlığımızı gidermek için şu an yeterli. Hatta artık ergen karakterlere bile az çok alıştığımı, o başlardaki kadar rahatsız etmediğini söyleyebilirim. Gönül rahatlığıyla izleyebilirsiniz yani. Buradan sonra spoiler falan kasmadan -hatta ağır spoiler vererek- devam edeceğim, izlememiş olanlar, spoiler istemeyenler yol yakınken geri dönsün lütfen.
Dördüncü bölüm kaldığımız yerden Amberle’nin Elcrys ile imtihanıyla başlıyor. Bu sekans görsellik ve işleniş olarak başarılı olsa da, içerik ve sonuç olarak eksik kalmıştı. Karakterin yaşadığı ikilem, ağacın kahramanımızdan bekledikleri falan güzel giderken, kendi isteyerek değil de kazara Wil’i öldürmesini sanki çok büyük bir şey gibi sunmaları yakışmadı. Halbuki bir anda bir karakter değişimi görsek ne biliyim kız bir anda gaza gelip bir şeyler yapmış olsa falan çok daha çarpıcı olurdu, olmadı. Buradan sonra da dizi herkesin haklı bir şekilde yerdiği ergen dramasına dönüştü.
Dizi ana hikayeye odaklandığında başarılı giderken işin içine ikili ilişkiler, karakter dramaları falan kattığında sınıfta kalıyor, bu da istisna değildi ne yazık ki. Mesela Eretria’nın Wil’i kandırması falan fena değilken -bir erkek olarak empati kurulabilir diyelim :)-, sonrasında zaten “seni öldürdüm uzak dur benden” triplerindeki Amberle’nin bir de üzerine kıskançlık buhranı yaratması anlamsızdı. Bu arada imtihan sekansında Wil’in bir anda ne kadar karizmatik gözüktüğünün de altını çizmek lazım. Doğru oynarlarsa sağlam bir karakter gelişimi yaratıp en azından bir karakteri bu döngüden kurtarabilirler diye düşünüyorum.
Kötü karakterimiz “Changeling“in kullanımını da son derece başarılı buldum. Ölümden dönmesi hiç sürpriz olmadı orası ayrı ama genel olarak şekil değiştiren bir iblisin yaratabildiği kaosu takdir ettim. Karakterin değişkenliğini başarıyla kullanmasıyla akıldı kalıcı bir yan kötü olacağını gösterdi. Bu bölüm biraz işlev kazandırılan ölümleri görme gücü falan olan ve bir “Seer” olduğu ortaya çıkan Bandon için ise görüntü olarak tatmin etmediği, biraz fazla ezik durduğunu ama karakterden de böyle şeyler beklendiği için normal olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak bölüm sonunda kahramanlarımızı yanlarında işi bilen kimse olmadan yeni bir maceraya atmaları da bu bölümü diğer bölümlerden bir adım geride bıraktı.
Beni tekrar diziyle ilgili yazmaya ikna eden beşinci bölüme gelirsek, dizi bir flashback ile açılıyor. Diğer bölümlere de tekrar baktım, dizi açılışlar konusunda fena bir iş çıkarmıyor. O kısa kısımda hemen karakterlerimizin geçmişine şöyle bir baktık, bugünki hallerini etkileyen bir olaya şahit olduk, önümüzdeki bölümlerde etkisini hissedeceğimiz karakterlere ve karakter ilişkilerine şahit olduk ve tatmin olmuş bir şekilde günümüze döndük. Her ne kadar Gnome’ların biraz abartıldığını koskoca kralın korumalarını tek seferde hacamat etmelerini beğenmemiş olsam da, büyülü bir masal izlediğimizi kendimize hatırlatıp çok takılı kalmıyoruz. Genel olarak iyiydi yani bu kısım.
Bölümü kronolojik incelemeden çıkıp dizinin görselliğine bir övgü daha vermek istiyorum. Bölüm kötüsü –tahminimce ismi Reaper’dır– çok güzel görünüyordu. Hani küçük çapta bir Balrog gibiydi. Biraz kolay harcadılar ama girişi falan çok karizmatikti ve enfes duruyordu. Keşke bizimkileri biraz daha zorlasaydı, pat diye ölmeseydi falan daha iyi olabilirdi ama yine de gördüğümden memnun kaldım. Hazır o sahneye gelmişken James Remar’ın Cephalo‘sundaki karakter geçişlerini severek izlediğimi de belirteyim. Adam bir anda en tiksindiğimiz adamdan, sempatik bir karakter haline bürünüyor. Bu izleyici olarak biraz yorucu olmasına rağmen dizideki en yönlü karakter olduğunu söyleyebiliriz. Adamdan ne çıkacağını bilmiyor olmak bu dizi için güzel bir durum.
Ana hikaye yine güzel devam ediyor, biraz fazla iniş çıkış koyuyor olmaları ve etkileyici olması gereken twistlerin fazla bariz olması dışında bunun büyülü bir masal olduğunu kendimize hatırlatıp, iyiydi diyerek devam ediyoruz. Ama yine de kahramanlarımızın tek bölümde on kere kaçırılıp on bir kere kurtulmaları, her birinde de ölüme çok yaklaşmaları biraz bayıyor itiraf edelim. Ama bütün fantezi hikayeleri de biraz böyle değil mi ya? Yani sonuçta yıllardır okuduğumuz öyküleri güzel bir şekilde görüyor olmaktan şikayet edemiyorum maalesef.
Karakterlerimize gelirsek Cephalo’nun o dengesizliğine değindik, aynı tadı vermesi beklenen Eretria ise maalesef sınıfta kalıyor. Prensesi kurtarması fazla barizdi, “para için yaptım” demesi fazla yapmacıktı, şu an için sadece Wil’e olan hisleri konusunda biraz inandırıcı gözüküyor. Onun dışında karakterin potansiyelinin iyi kullanılamadığını söyleyebiliriz. Diğer karakterlerimizde de benzer durumlar mevcut. Amberle bir türlü tam olmuyor, hep aynı tripcan abla. Alanon Manu Bennett’a rağmen hem çok arkada bırakıldı hem de çok tek düzeye döndü.
Wil de benzer sorunlardan müzdarip, şapşal çocuk karakteri acık bayıyor ama geçen bölümden biraz kredi aldığı için ona biraz daha şans veriyorum. Bir de bu bölümde Cephalo’yla dinamikleri de ileride kullanılabilecek bir potansiyel gösterdi diyelim. Çok beni sarmayan Bandon ve Catania -Amberle’nin handmaiden’ı olan kız- ilişkisi de çok bir potansiyel göstermiyor. Bandon’a verdikleri hikaye fena değil ama karakter o ağırlığı kaldırabilir mi bilemedim. Eski sevgililer Ander ve Diana’nın atıldıkları macera diziye yeni bir yön getirmesi açısından güzel olsa da bu “benim eski sevgilimsin ama şimdi abiminsin” konusundan dolayı gelecek bölüm sayacağım yerlere girmeye de aday görünüyor. Yine de Ander karakterine bir sempatim olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Bölüm sonundaki twist ile yazıyı toparlayalım. Changeling‘in dönüşü ve kralın yerini alması beklenebilir -en azından daha önce gördüğümüz- bir şey olsa da diziye politik bir kat ekleyip sonraki bölümlere güzel bir merak unsuru haline geldiğini düşünüyorum. Hem de uygulama olarak John Rhys-Davies’i diziden çıkartmadan öldürmenin de akıllıca bir hareket olduğunu söyleyebiliriz. Oyuncuya ve senaryoya doğru kullanılırsa çok şey katabilir. O yüzden de izlemeye devam ediyoruz.
Toparlamak gerekirse eksiklerine rağmen izlenebilirliğini kaybetmeyen, hatta sonraki bölümleri izlemek istemenizi sağlayacak hikaye sonları bırakmasının da etkisiyle dizi kesinlikle ortalamanın üstünde bir yer duruyor. Karakterlere yavaş yavaş alışmamız, hikayenin uçlarda gezmese de yerlerde sürünmemesi, etkileyici görselliğin ve atmosferin televizyondaki yandaşlarının üstünde olmasıyla, bir de kötü adamların -bazısını çabuk harcasalar da- kitap sayfalarından fırlamasıyla her fantastik kurgu geek’inin takip etmesi gereken bir iş olarak yerini aldı bence.
Siz ne düşünüyorsunuz geekler bu iki bölümle ilgili? Kendi yorumlarınızı, eklemek istediklerinizi, benim kaçırdığım şeyleri yorumlara yazarak katkıda bulunabilir, herkesle paylaşabilirsiniz. Bir sonraki yazıda görüşene kadar esen kalın efendim.