18. yüzyıl ortaları. Avusturya-Macaristan’dayız. O dönem ülkenin başında Habsburg hanedanından Maria Theresa var. Her Avrupa sarayı gibi, Maria Theresa’nın sarayında da günaşırı türlü türlü eğlenceler oluyor. Bir gün, François Pelletier bir ilüzyon gösterisi düzenliyor. Mucit Wolfgang von Kempelen de gelenler arasında. Kempelen, seyirci olarak geldiği okazyondan, imparatoriçe ile konuştuktan sonra bir vaat vererek geri dönüyor: İmparatoriçe’ye, onun aklını alacak bir ilüzyon sunmak.
Masal gibi başlıyor, değil mi? Öyle de devam ediyor zaten. Kempelen, 1770 yılında saray eşrafına muhteşem icadını tanıtıyor: Schachtürke. Ya da A Török. Ya da diğer adıyla, Türk. Adı bu icadın. Kendisi de bir robot. Çok spesifik olarak, satranç oynayan bir robot. Kempelen adıyla birlikte dizayn ediyor robotu. Seçmesinde bir espri yok, ancak tematik olarak satıyor. Robotunu o zaman mistik görülen Osmanlı kültürü içerisine buluyor. Görünüş olarak nargile içen, kavuklu, bıyıklı bir karakter Türk.
Kempelen “bu bir robot, gerçek bir insan değil, ve hepinizi yenecek” dendiğinde, sene daha 1770. Dünya henüz bırakın robotları, seri üretimle tanışmamış. Hâliyle gülünüyor, ancak daha ilk şovunda, Türk hemen hemen her rakibini 30 dakika içerisinde mat ediyor. Dahası, görünüşte baya ahşap olan bu “şey”, o dönemin ünlü satranç oyuncularının bile zorluk çektiği “At Bulmacası”nı, yani At’ı alıp, bütün karelere basacak şekilde tüm tahtayı turlatmayı kolaylıkla başarıyor.
Aklı çıkıyor saray eşrafının. Türk’ün namı, kısa sürede tüm Avrupa’ya yayılıyor. Kempelen ilk önce Türk’ü Avusturya-Macaristan sınırları dahilinde gezdiriyor, ardından da bütün Avrupa’ya çıkıyor. Şöhreti çok büyük olduğu için, dönemin ileri gelen bütün satranç oyuncuları karşısına çıkmak istiyor Türk’ün. Bir bölümü gerçekten yeniyor bu robotu, ancak istisnasız herkes zorlanıyor. Kapısında binler biriliyor Kempelen’in. Sırrını açıklamasını istiyorlar. Sayfalar üzerine sayfalarca analizler yapılıyor. Nasıl çalışıyor bu robot? Hamleleri nasıl hesaplıyor? Neden bu kadar iyi?
Kempelen bu soruların cevabını sadece oğluna söylüyor, o da babasının ölümünden sonra Türk’le turlamasa da, gizemleri açık etmiyor. Bir vakit sonra Bavyeralı bir müzisyen, Kempelen’in oğluna ciddi bir meblağ ödeyip, Türk’ü satın alıyor. Tekrar turneye çıkıyor Türk. Bu sefer çok meşhur bir rakibe denk geliyor. Napolyon Bonaparte bir maç istiyor Türk’le. Napolyon ilk başta ciddiye almıyor, çünkü, ahşap bir robot var karşısında. Şakayla karışık illegal bir hamle yapıyor. Türk taşı yerine koyuyor. Gülüyor, ikinciyi deniyor, Türk taşı tamamen oyundan çıkartıp, kendi sırasına geçiyor. Napolyon üçüncüyü deniyor, Türk bu sefer tüm taşları koluyla masadan atıyor. Napolyon’un hoşuna gidiyor bu. Gerçek bir oyun oynuyorlar bu sefer. Ve Türk ağır yeniyor.
Türk sonrasında Amerika’ya gidiyor, bir süre daha dünyayı dolaşıyor; ama her şey gibi, ona da ilgi azalıyor. Birkaç kez el değiştirdikten sonra, Baltimore’daki Chinese Museum’a varıyor. Orada bir süre daha sergilendikten sonra, 1854’te çıkan bir yangında Türk yok oluyor. Bunun üzerine, son sahibinin oğlu, bir satranç yayınına, “E madem Türk’ü kaybettik, ben açıklayayım o zaman” diye bir makale yazıyor ve ilk defa, Türk’ün çalışma prensibi ortaya çıkıyor.
Olay şu: Türk’ün dizaynı, bir göz yanılsaması. Yaklaşık 110 santim uzunluğunda, altmış santim kalınlığında ve yetmiş beş santim yükseklikte bir masası var. Bu masa, bir ilüzyonist titizliğiyle inşa edilmiş. Soldan açıldığında, içeride dişliler ve çarklar var gibi gözüküyor. Ancak işin esası, dişlilerin arkasında kırmızı bir yastık var. Yastık bir ray sistemi üzerinde duruyor, yani kapılar açıldıkça, görülmeyecek yere kayabiliyor. Türk’ün cübbesinin altında da gizli bir kapı var. Satranç tahtasının direkt altında duruyor yastık. Ve tahtanın altında da, her bir kareye tekabül eden mıknatıslar var.
İçeride oturan biri var. Kempelen veya diğer sunucular tarafından ilk önce dikkatlice gizleniyor. İçi açıldıkça, sağa sola kayıyor yani. İçerideki oyuncu, tüm tahtayı yukarıdaki mıknatıslara bağlı iplerle kontrol ediyor. Bir yandan da Türk’ün elini yönetmek için belirli mekanizmalar da var. Yani her şeyi, yukarıya hiç çıkmadan yapabiliyor içerideki oyuncu. Tüm bunları da bir mum yardımıyla görüyor, o mumun dumanı da, tahmin eden varsa helal olsun, nargilenin dumanıyla gizleniyor. Yani Kempelen’in Türk titrini seçmesi, tematik olduğu kadar, mekanik de aynı zamanda.
Yıllar sonra Türk, IBM’in gerçekten satranç oynayan robotu Deep Blue Kasparov’u yenince tekrar gündeme geliyor, anımsanıyor. Dünya ilk defa satranç oynayan bir robotla karşılaştığını sandığı dönemi bir anıyor. Biz de biraz farklı sebeplerden anmak istedik kendisini. Zira malum, satranç şu günlerde bizim de biraz aklımızda…