Yazan: Mert Mirza
Bilgi felsefesinin en önemli noktalarından birisi özne ve nesne arasındaki ilişkidir. Nesnelerin değer kazanabilmesi için bir öznenin olması gerekir. Öznenin nesneye yönelmesi bilgiyi ortaya çıkarır. Kant’a göre insan “şeyleri” sadece bize göründüğü şekilde bilebilir.
Bu konuyu etrafımdakilerle ne zaman tartışsam rakıyı örnek veririm. Çünkü küçükken komşumuz olan amcamlara gittiğimde amcam rakı içer, ben de onunla beraber oturur, Galatasaray’ın maçlarını izlerdim. Aradan yıllar geçmesine rağmen ve hiçbir zaman rakıyı bırak, herhangi bir alkol ürününü tüketmemiş olmama rağmen rakıya her zaman sempati beslemişimdir ve etrafımda rakı kokusunu hiç sevmeyen insanlar olmasına rağmen ben rakı kokusunu sanki tıraş losyonuymuşçasına her zaman çok sevmişimdir. Bu sevgimin nereden geldiğini sorguladığımda ise bulduğum cevap “rakının bana görünüş şeklinde” olmuştu. Çünkü rakı kokusu benim için çocukluğum, Galatasaray’ın Avrupa maçları ve amcamların evi demekti. Tüm bunlar bana güzel anıları hatırlatıyordu ve bunun farkında olmasam bile rakı kokusu ve rakının kendisi hiç içmemiş olmama rağmen bana keyif veriyordu.
Lakin benim rakıya tüm bu yüklediğim anlamlar özneldi. Zira rakı başkaları için bambaşka ve benimkinden alakasız anlamlar ifade ediyordu. Bir arkadaşıma rakı hakkında ne düşünüyorsun diye sorduğumda “alkollü bir içecek işte” olmuştu sadece. Sadece bir içecekte bile bu kadar farklı algılar oluşabiliyorsa insanların nesnelere olan sevgilerini, nefretlerini birbirleriyle yarıştırmaları oldukça mantıksız olmalı demiştim kendi kendime. Tüm bunları artık iyice kavradığım nokta ise Winnie the Pooh’un yaratılış hikayesi oldu.
Winnie the Pooh, Christopher Robin ve arkadaşlarının hikayelerini anlatır. Ancak tüm bu hikayelerin temelini gerçek hayatta bir öznenin bir nesneye yüklediği anlamlar oluşturuyor. Hikayenin yazarı Alan Milne, Christopher Robin adında bir çocuğa sahiptir. Robin’in ayı, kaplan, domuz, kanguru ve eşekten oluşan bir peluş oyuncak koleksiyonu vardır. Milne bu oyuncaklara anlam yükler. Onlara yönelerek, zihninde canlandırır. Bilgiyi ortaya çıkarır ve ilk olarak Milne’nin zihninde anlam bulan bu oyuncaklar kağıda dökülür. Zamanla bu oyuncakların kağıda dökülmüş hali herkes tarafından okunmaya, daha sonrasında ise izlenmeye başlanır.
Milne’nin kendi zihninde yarattığı karakterler, izleyen ve okuyan her bir kişinin zihninde farklı anlamlar yüklenerek tekrardan şekil bulur. İşte bu kısım belki de işin en üzücü kısmı. Çünkü Milne her ne kadar kendi düşüncelerini aktararak belirli karakterler yaratmış olsa da o karakterlere yönelen her insan, zihninde aslında orijinalinden çok daha farklı karakterler yaratıyor.
Hayatınızda edindiğiniz tecrübeler, doğuştan gelen karakter özellikleriniz, yaşantıların sizde değiştirdikleri, tatmadığınız şeylerin sizi uzak tuttuğu ihtimaller, hatta ve hatta bilgi seviyeniz bile etrafınızdaki nesnelere kattığınız anlamları bilinçli olsun ya da olmasın inanılmaz bir biçimde etkiliyor. Bu öyle bir fark ki Robin’in oyuncaklarına baktığımızda başka:
Hayal dünyasındaki karşılıklarına baktığımızda ise başka düşüncelere kapılıyoruz:
İkinci görseldekiler oyuncakların karakterleştirilmiş halleri. Kimileri için çocukluk kahramanları. İşte tam da bu iki görsel, kahramanların neden zihnimizde olduklarını açıklıyor. Kant’ın dediği gibi kendinde olan şey varsa da bunu bilemeyiz. Bazı sınırlarımız var. Gerçek kahramanları aslında bu vücutta bulunduğumuz sürece hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Hepimiz dünyaya kendi gözlerimizden bakıyoruz. Başkalarına anlattıklarımızı kimse tam da bizim kafamızdaki gibi anlayamıyor. Sadece anlamış gibi yapıyoruz. Bu bir ayıp değil sadece üzücü bir yeteneksizliğimiz. Kafayı yememek için farkında olmadan sözleşme imzalıyoruz. Tam anlamayı/anlaşılmayı kimse beklemiyor. Gerçek haline olabildiğince yakın bir şekilde anlayalım yeter diyoruz.
Zihnimizde belirli imgeler var. Bu imgeler bize, bizim için inandırıcı olabilecek gerçek kahramanları oluşturuyor. Kimileri içinse bir bilinçli güç tarafından oluşturuluyor. Adını ne koyarsak koyalım zihnimizde hep bir kahraman var. Tanrı, Winnie, Batman. Bunların gerçek olup olmadığını bilmesek bile bizim için sorun yok. Çünkü biz inanıyoruz. Bir şeylere inanmaya ihtiyacımız var. Bizim için inandırıcı olmalı sadece.
Yapımızın zihnimizdekileri aktarmak için tam olarak yeterli olmayışı ortalıkta her zihnin aynı gözlerle bakabileceği ve şu anki durumda herkesin kesin bir şekilde “evet bu gerçek bir kahraman” diyebileceği bir kahramanın belirlenme şansını yok ediyor. Bu durumda inanmaya sığınıyoruz ve böylece her birey kendi zihnindeki, gerçek olduğunu düşündüğü kahramana inanıyor.
___________
DEV YAZI ÇAĞRISI 30 Ağustos’a kadar yazılarınızı kabul edecek. Detaylar burada.