Halbuki vaktinde almıştım Wolfenstein: The New Order’ı. Heyecanlı bir vaziyette oynayıp, hemen Geekyapar’a eleştirisini girmek niyetindeydim. Oyun çıkmadan önce izlediğim videolar, gördüğüm ekran görüntüleri bunun sevmeyeceğim bir oyun olduğunu düşündürtmüştü bana aslında, ama çıktıktan sonra öylesine olumlu eleştiriler almıştı ki; denememek imkansızdı. Nasıl bu kadar övüyordu insanlar bu oyunun hikayesini, hikaye anlatımını? Wolfenstein serisinin olayı “düz” olmak değil miydi? Nasıl mümkündü hikayesiyle ön plana çıkan bir Wolfenstein oyunu?

Tamam, 2009’da çıkan Wolfenstein’ın ya da Return to Castle Wolfenstein’ın hikayesini sevenler varsa aranızda, gücendirdiğim için beni affedin. Derdim seriye gömmek değil, The New Order’dan önceki halet-i ruhhiyemi sizlere aktarabilmek. Ya da daha doğrusu, vaktinde aldığım oyunu, yirmi dakika oynadıktan sonra iki ay boyunca neden dokunmadığıma dair akla mantığa sığan bir açıklama getirmek. Hani, “ön yargılarıma yenik düştüm o iki ay boyunca, beni mazur görün” diye ayaklarınıza kapanmak yani bir nevi. “Fark etmemişim, senenin belki de en iyi FPS’si yatıyormuş o kırmızı kapağın altında” diye üzülmek. Affedin beni. MachineGames, özellikle de sen affet, n’olur!

Wolfenstein: The New Order 3

Şimdi evveliyatla bir iki şeyi netleştirmek lazım. Oyuna inceleme yazan çoğu basın mensubu, oyunu PS4 veya Xbox One platformlarında, o da olmadı PC’de Ultra ayarlarla oynamış. Bu aşikar, zira her adımda “GRAFİKLER DE PEK GÜZEL HA” gibi yorumlarla karşılaşıyorsunuz Metacritic semalarında gezindiğinizde. Ben oyunu PS3’te oynadım. Oyun belki de hayatımda gördüğüm en abesle iştigal bir sürede doku yükleyen oyun olma başarısını gösterdi. Tam zamanını tutmadım ama, muhtemelen yarım dakikaya yakın bir süre duvara bakıp, PS1 döneminden kalmış dokunun yerini yüksek çözünürlüklü bir şeye bırakmasını beklemişimdir muhtemelen.

Peki bu oyun zevkimden bir şey götürdü mü? Hayır.

Netleştirmemiz gereken şeylerin ikinci ayağına geçelim: Beni sağda solda takip ediyorsanız, Geekyapar’daki yazılarımı da okuyorsanız; oyunlarda geriye dönüşlere katlanamadığımı bilirsiniz. “Bakın, old-school yaptık” diye gelen oyunlardan otomatikman soğurum, yeni şeyler denemeyip, nostalji damarlarına hitap eden işler bana tembel gelir. Wolfenstein: The New Order’da bolca var bu “ana rahmine dönüş” sendromu. Örneğin oyunda oturaklı bir cover sistemi yok, canınızı çoğunlukla medpac’ler aracılığıyla doldurmak zorundasınız ve oyun modern koridor / open world ayrımından ziyade, görece net (ve id-vari) bir level sistemi kullanıyor.

Peki bu oyun zevkimden bir şey götürdü mü? Hayır.

Peki ya oyunun hikayesi? Nazilerin savaşı kazandığı alternatif tarihler yüz milyar kere yazıldı herhalde. Ana karakterimiz “B.J.” Blazkowicz de maşallahı var, son yılların tüm aksiyon oyun kahramanlarının bir birleşimi gibi, hatta sesi bile oyun dünyasında şart sayılan o hırıltılı tonda çıkıyor. Yan karakterlerin hepsi irili ufaklı arketipler. Tekerlekli sandalyeye mahkum deha kadın, haşarı ve aktif İskoç bro, sert gözüken ama aslında kalbi doğru yerde olan İngiliz adam, naif ama hikaye ilerledikçe içindeki savaşçı ortaya çıkan kız arkadaş…

Peki bu oyun zevkimden bir şey götürdü mü? Hayır.

Wolfenstein: The New Order 4

Peki neden? Çünkü oyunun senaryosu, bana soracak olursanız son yılların en ustalıklı yazılmış işlerinden biri. Karşı çıkanlar olacaktır, yorumuma katılmayanların da var olacağını biliyorum. Ama bence, Wolfenstein: The New Order’ı yaratırken Machine Games, meta alanı da katmış araçlarının arasına. Blazkowicz, arkadaşları, yaşadıkları, bu alternatif Nazi kontrolündeki evren… Hepsi hiper-realist bir şekilde tasvir ediliyorlar. Yani kurguyla, gerçek arasındaki çizgi, ustaca blurlaştırılıyor. Bazı olaylar; gerçek olamayacak denli abartılı verilirken, aynı anda gerçekçi bir şekilde derlenip toparlanıyorlar. Blazko camlardan atlıyor, şarapneller yiyor, kafasına kule düşüyor ama, sonrasında 14 sene boyunca hastanede kalıyor. Kendisi devamlı abesle iştigal durumlardan paçayı sıyırıyor ama, her gittiği yerde de dost-düşman karışık bir ceset yığını bırakıyor arkasında. Yani senaryo ortaya absürt bir şey atıp, döküntüleri gerçekçi toparladığından, ortaya çıkan şeyin hiper-realizm olduğuna dair bir şüpheniz kalmıyor.

Peki bu hiper-realist senaryo nasıl oyunun tüm günahlarını düzeltebiliyor? Çok basit, oyunun absürt senaryosunun bir anda bir anlamı oluyor. Sizin oynadığınız şey, belki ölmekte olan, belki de komadaki bir Blazkowicz’in intikam fantezisi. Bu yüzden Blazkowicz rahatlıkla gelip Nazilerin burnunun dibinde bir direniş örgütleyebiliyor, kimsenin kaçamadığı hapishaneden elini kolunu sallayarak kankasını kaçırabiliyor. Kız arkadaşıyla yaşadıklarından tutun da savaş anındaki ustalığı, tek başına bölükleri dağıtabilmesi de bu yüzden.

Wolfenstein: The New Order 1

İşte böyle baktığınızda, o eski tip oynanışın da bu hiper-realizme hizmet ettiğini fark ediyorsunuz. Cover sistemi gerçekçi oyunlar içindir, sonuçta gerçek savaşta bangır bangır düşmanın üstüne gitmez, siper alırsınız. Wolfentsein: The New Order ne tam gerçekçi, ne de tam karikatür. L1 butonuyla sağa sola eğilebiliyorsunuz, bu da size kafanızı uzatma imkanı sağlıyor, o kadar. Koridor tipi oynanışlar size yazarın belirlediği kurgusal hikayeyi anlatmak, açık dünya oynanışları ise size kendi gerçekçi tecrübelerinizi yaşatmak için kullanırlar The New Order bunların yerine eski oyunların level sistemini alıp, orta bir yol belirliyor. Yine kurgusal olanla gerçekçi olanın sınırları bulanıyor anlayacağınız.

Ve siz gerçekten de oyunu oynarken aynı Blazko’nun yaşadığı gibi bir intikam fantezisini yaşadığınızı hissediyorsunuz. Oyunlarda normalde sizi gerçek bir savaştaymış gibi hissettirecek tasarım kararları (minimal arayüz, sınırlı sayıda silah vb.) alınmamış, bunun yerine iki saldırı tüfeğini aynı anda taşımak gibi şeyler eklenmiş olduğundan fantezi kısmı ağır basıyor gözünüzde. Ama hikayenin gidişatı ve Blazko’nun iç monologları şiddetle artan bir depresyon içerisinde olduğundan, bu fantezi yaşayan her kimse onun zihinsel olarak huzura kavuşamamış olduğuna da emin oluyorsunuz.

Wolfenstein: The New Order 2

Belki fazla alt anlam arıyorum, gereksiz deşiyorum sanıyorsunuz. Fark etmez. Mühim olan benim yorumumun doğru olup olmadığı değil zira. Wolfenstein: The New Order’ın hikaye anlatımında, sunumunda ve oynanışında yüzeyden daha derin bir şeylerin gizli olduğu çok belli. Diyorum ya yorumumun doğruluğu önemli değil diye? Önemli olan, oyunun bana yorum yaptırtabiliyor, üzerine bahsetmemi sağlayabiliyor olması. Düşünün, yeni çıkan Call of Duty için böylesine bir eleştiri yazabilme şansım nedir? Sizce Battlefield: Hardline’a bakıp böyle şeyler söyleyebilir miyim?

Çıkarımınız ne olursa olsun, mutabık kalmamız gereken bir şey var: Wolfenstein: The New Order, tasarımı çok kuvvetli; hikaye anlatımı çok güçlü ve oynanışı çok keyifli bir FPS. İnanın, FPS’ler kategorisinde kafamda Half-Life’lara, BioShock’lara daha yakın Call of Duty’ler ve Battlefield’lardansa. Konsepti sağlam, arkasındaki vizyon derin bir oyun olmuş Wolfenstein: The New Order. Sene sonunda hatırlayıp, mest olacağımız kesin gibi!

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.