Yazar: Enis Ekin
Elimde herhangi bir istatiksel veri olmamasına karşın şunu rahatlıkla iddia edebilirim sanırım: Türkiye’ye yabancı dizi izleme alışkanlığı kazandıran en önemli yapımlardan biridir Lost. Eğer “Altyazılı dizi izleyemiyorum ben” evresinden, şu an herkesin en az iki – üç yabancı dizi izlediği bir evreye geçmişsek bunda Lost’un katkısı azımsanmayacak derecede fazladır bana göre.
Zamanında Cnbc-e’ye rakip olarak görülen, daha sonra Teve2 ismini alıp Kanal D’den hallice bir televizyon kanalına dönüşen TNT sayesinde tanışmıştım ilk göz ağrım Lost ile. Tabii biraz geç bir tanışma olmuştu bu çünkü dizi TNT’de yayınlandığı sırada zaten dünyayı çoktan kasıp kavurmuş ve çoğu kişi tarafından gelmiş geçmiş en iyi dizi unvanına layık görülmüştü bile. Lost, gerçekten gelmiş geçmiş en iyi dizi miydi? Bu tartışılır aslında ama benim buna kişisel cevabım “Hayır” olacaktır. Peki, seyir zevki en yüksek dizi miydi ? İşte buna cevabım kesinlikle “Evet”
Lost seyirciyi âdeta kendisine kelepçeleyen, bir oturuşta minimum beş – altı bölüm izletmeden bırakmayan ve sezon aralarını aylar değil de yıllarmış gibi hissettiren nadir yapımlardandı. Bunu da en büyük silahı olan “gizem” ile başarıyordu. Ama tüm o “Ada ne? Jacob kim? Sayıların sırrı ne?” gibi soruları bir kenara bırakırsak benim için diziyi izleten en önemli etken, karakterlerin adaya düştükten sonra yaşadığı değişimler ve yeni bir hayata başlama maceralarıydı.
Eminim hepimizin bu hayat keşmekeşi içerisinde bazen durup “Keşke her şeyi geride bırakıp yeni bir hayata başlasam” diye düşündüğü anlar vardır. Tüm o maddi durum, eğitim hayatı, iş hayatı gibi stresleri içerisinde patlama noktasına gelmiş ve “Bu olmadı, yeniden deneyelim” dercesine hayata “reset atmak” gelmiştir içimizden. İşte Lost tam da bu istek üzerine şekillenmiş ve içinde yaşamasak da bizi kırk beş dakikalığına misafir edip tüm o bahsettiğim stresleri unutturan bir dünya sunmuştu. Henüz ilk sezonda flashbackler sayesinde anlarız ki karakterler, ada öncesi hayatlarında yokuş aşağı giden, çeşitli trajediler ve pişmanlıklarla dolu hayatları olan ve her biri o hayatlar içerisinde “kaybolmuş” insanlardı. Ada ise onlara geride bıraktıkları hayata alternatif olarak ikinci bir hayat yaşama şansı sunmuştu. Bazı karakterler bunu erken fark ederken (Locke) bazıları bunu nispeten geç fark etmişti (Jack).
Yeni bir hayat yeni insanlar demektir ve yeni insanlar da yolculuklarda bize destek olacak kişiler demektir (“Birlikte yaşayamazsak yanız ölürüz”). Charlie’yi ele alalım mesela; Charlie, önceki hayatında en çok değer verdiği şey olan müzik grubu dağılmış, sorumsuz bir eroin bağımlısıydı. Adaya düştükten sonraki hayatında uyuşturucuyu bırakır, Claire’e ve bebeği Aaron’a göz kulak olup sorumluluk sahibi olur ve yeri geldiğinde adadaki tüm insanlar için kendini feda ederek bir kahramana bile dönüşür. Veya Sawyer’ı inceleyelim; Sawyer ailesininin intikamını almaya çalıştığı dolandırıcının kendisine dönüşmüş ve suçsuz bir adamı öldürmüş bir katildi. Adaya düştükten sonra her ne kadar eski alışkanlıklarından vazgeçmesi zaman alsa da giderek adadakiler tarafından sevilen hatta kısa süreliğine bile olsa lider olarak görülen birine dönüşmüştü.
Her iki karaktere de doğal olarak adadaki çevresi anlam katmıştı. Jack , Kate, Sayid, Locke ve diğerleri… Bu örnekler çoğaltılabilir. Tüm karakterlere ikinci bir hayat şansı verilmişti ve dizi bize bu şansın nasıl değerlendirildiği ile ilgili altı sezonluk bir hikaye sundu. Belki de bu yüzden, altı sezonun sonunda, hikâyeye olay odaklı bakanlar finalden tatmin olmazken -ki bunda haklılar ama bu başka bir yazının konusu- karakter odaklı bakanlar nispeten daha memnun ayrıldılar. Çünkü final bölümünü derinlemesine incelediğimizde, dizinin asıl derdinin karakter dönüşümü olduğu açıkça görülebilir. Özellikle kilise sahnesi bunun altını çizen bir sahneydi. Hatta ilk ve son sezonlarda, kilit karakterler tarafından söylenen şu replikler dizinin âdeta bir özeti gibiydi:
“Herkes bu adada yeni bir hayata başlıyor Shannon. Neden sen de kendi hayatına başlamıyorsun” – John Locke
“Yapayalnızdınız. Orada bulamadığınız bir şey arıyordunuz. Ada’nın size ihtiyacı olduğu kadar sizin de Ada’ya ihtiyacınız vardı” – Jacob
Dizi bize, adada yaşanan ekstrem olaylar olmadan da kendi küçük dünyalarımız içerisinde kendi ikinci hayatlarımızı yaşamamız gerektiğinin ve kaderimizin kendi kontrolümüzde olduğunun (kader dizinin en büyük temasıydı zaten) ilhamını veriyordu ve şunun anlamamızı sağlıyordu: Yeni bir hayata başlamak veya bir şeyleri düzeltmek için kendi Uçuş 815’imize ihtiyacımız yok. Önemli olan önümüze çıkan fırsatları iyi değerlendirip kendimizi, çevremizi ve hayatımızı olumlu yönde değiştirip dönüştürerek ikinci bir hayatı kendi ellerimizle kurmaktır. Ve bunu sevdiğimiz insanların güveni ve desteğiyle yapmaktır.