6 Ağustos 1945’te, bir bomba bir uranyum atomunu parçaladı. Parçaladığı an iki nötronu açığa çıkarttı. Bu iki nötron gidip iki uranyumu daha parçalayıverdi. Uranyumlar ve nötronlar için kıyamet dansı, saliseler altı bir meseleydi. Ancak zincirleme reaksiyon bundan çok daha önce, küçük egoların büyük tepkimesiyle başlamıştı.

Muhtemelen bu kendi halince mutlu gezegene musallat olalı beri, tuhaf kabul edilecek trilyon kere katrilyon şey yaptık. Tam doküman liste çıksa birinci paragrafın sonuna gelmeden yaratıcılığımızın ve hadsizliğimizin karşısında nutkumuzun tutulacağından eminim. Ancak hepimiz ilk sırada neyi göreceğimizi biliyoruz. Geçen yıl bu eylemi nasıl yaptığımızı Oppenheimer filmiyle kritik etmiştik. 2024 ise bize Netflix’te yayınlanan Einstein and The Bomb belgeseliyle geldiğinde, kaçınılmaz soru bir kez daha karşımıza çıktı. Sahi kendi türümüzü bir nükleer bombayla tanıştıracak noktaya nasıl gelmiştik? Daha da önemlisi, bu kaç kişinin üzerine yıkılabilir bir suçtu? Gelin derslerde anlatılmayan püf noktalarıyla, bir nükleer bombayı yaratan koşulların tarifini verelim.

1. Alabildiğine dengesiz bir ortam yaratılsın

Öncelikle yirmi yıllık arayla iki dünya savaşına girmek ve toplamda 70 milyon ölüm ilk maddemizin yakıtını ateşliyor. Binlerce yaralıyı ve travmatize ruhu hesaba katmadan da korkutucu bir rakam. Ve gezegenin topyekun etkilendiği savaşlara girmiş olmamız evrensel skalada dahi yeterince korkutucuyken, ikinci dünya savaşının başlı başına bir kıyamet alameti olduğunu atlayamayız. Soykırımın, siviller üzerinde yapılan deneylerin, kimyasal silahların, toplama kamplarının ve emperyalizmin iç içe geçtiği yıllardan sonra; kendimizi kendimizden korumamız gerektiğini anladığımız için insan haklarına verilen önem artmıştı neticede. Ama vahşetin doruk noktasına ulaşmak için zeki adamların artık yeter demesine ihtiyaç vardı.

2. Bilim insanları ortak bir hedefte birleşsin

İtalya’da 1923’teki sıradan bir günde Enrico Fermi, Einstein Görelilik Temelleri kitabına yazdığı bir ekte, E = mc2 formülünün muazzam potansiyelini fark etmiş ve şöyle demişti: “En azından yakın gelecekte bu korkunç miktardaki enerjiyi serbest bırakmanın bir yolunu bulmak mümkün görünmüyor.” Oysa imkansızın yolunu açacak, yaklaşık on sene içinde bu kışkırtıcı fikri Manhattan Projesine dek taşıyacak ve bugünatom bombasının mimarı olarak anılacak fizikçi ta kendisiydi. Fermi, 1938’de İtalya’da çıkarılan ırkçı yasalardan kaçıp ABD’ye taşındı. Orada Leo Szilard ile birlikte dünyanın ilk nükleer reaktörünü mümkün kılan çalışmalarına başladı.

Leo Szilard ise şunu keşfetmişti: Nötronların zincirleme tepkimeyi tek başlarına sürdürmesi olanaklıydı. Fikir bir yürüyüş esnasında meraklı zihninde ansızın doğarken, bir avuç atom insanlığa diken olan kederi tetiklemenin formülünü yaratıyordu. Szilard aklının bir köşesinde, hepimizi geri dönüşsüz yola soktuğuna dair ürpertili şüpheyi de sezmişti. Ama biliyordu ki Almanlar da aynı iz üstündeydi. Savaşın onlara karşı biz mantığı devredeyken çanlar zaten yıllardır tehlikeli çalıyordu. 

3. Baştakilerle temas için uygun iletişim yolu bulunsun

Szilard, hükümeti konu hakkında uyandırmak için, daha önce beraber çalıştığı ve holokosttan kaçıp ABD’ye gelen Albert Einstein’ın prestijini kullanabileceklerini düşündü. Bu girişim, Einstein’ın yazgısına hayatı boyunca duyduğu tek pişmanlığı ekleyecekti.

Neticede dönemin olağanüstü atmosferinde bir araya gelen Albert Einstein, Leo Szilárd, Eugene Wigner ve Edward Teller kısaca nasyonal sosyalizmin vurduğu bilimler ahalisi, o zamanki ABD başkanı Franklin D. Roosevelt’e bir mektup gönderdiler. Einstein’ın özel olarak yeniden yazdığı ve imzaladığı kağıtlar, bir Alman nükleer bombasının olasılığını taşıyor ve Amerika’nın da araştırmalara bir an önce başlaması gerektiğini savunuyordu. Tarih iki savaş arasına sıkıştığında, siyasetçilerin ve bilim insanlarının dengesiz ideolojilerde birleşmeleri için mükemmel bir zemin hazırlamıştı.

4. Demir iradeyle bildiği yolda ilerleyecek birini bul, yol cehenneme açılsa bile

Bu kişi elbette teorik fizikçi Julius Robert Oppenheimer’dan başkası olamazdı. 1942’de başlayan Manhattan Projesi, Los Alamos Laboratuvarı’nda tamamlandığında, mavi gezegen, yerkabuğunda ilk defa bir nükleer silahın sarsıntısını tattı. Trinity testi, projenin başındaki Oppenheimer’ı başarıyla ‘atom bombasının babası’ yapmıştı. Tarihi sonsuza kadar değiştiren adam, nükleer bombayı binlerce güneşin ihtişamına benzettiği o ilk andan hemen sonra anladı: O şimdi alemlerin yok edicisi, ölüm olmuştu. Tanrının şarkısı anlamındaki Hindu kutsal metni Bhagavad Gita’dan gelmişti aklına bu cümleler. Ki Trinity de baba, oğul ve kutsal ruh demekti; babalar oğullarıyla aynı tozda gömülürken.

Yıkıma çağrı yaparken her tarafı kutsalla döşüyoruz. Galiba böylesi kandırmak, daha konforlu geliyor bilinci. Çünkü epey iyi beceriyoruz, bildiklerimizi bilmezden gelmeyi. Ve kıyımlara mutlaka yerli yerinde gereklilikler düzmeyi. Tıpkı savaşı bitirmek ve daha fazla can kaybına neden olmamak bahanesi gibi.

5. Planı neye mal olursa olsun uygula

Enola Gay isimli uçak, Paul Tibbets tarafından Hiroşima’ya ulaştırıldığında saat 8 civarıydı. 8.15’te ise gökte ateş ve ışığın piyesi vardı. Şâhitlik edecek kadar yaşayanlar, ilk etapta güneşin gökten düştüğüne inandılar. Başların tepesinde dumandan bir heyula yükselirken, cehennem toz serpintileriyle yeryüzüne yağdı. Ardından gelen karanlıksa enkazlardan yükselen çığlıkları, büyüyen yangın fırtınasını ve kocaman bir şehrin yok oluşunu teselli edemeyecek kadar yavandı. Ne yazık ki mantar bulutları çıplak ellerle toplanamazdı.

İkinci bomba Fat Man 9 Ağustos’ta Nagasaki’yi buldu, yani bombayı hazırlayan askerlerin yazdığı üzere ikinci hediye.

6. Galip taraf haklılığına şüphe duymasın, hatta galibiyet anını uzatmanın yollarını arasın

Galibiyet yarattığı eserle gurur duyan bir canavarken pişmanlık, halkların vicdanında büyük bir beklentiye dönüşür. Bomba atıldıktan haftalar sonra dahi ABD’de gazeteler radyasyonun tehlikesiz olduğunu yazacak, Amerikan halkının önemli bir kısmıysa bunu destekleyecekti. Zafer onlarındı, bomba onlarındı. Krişna ölüm olma onurunu onlara bahşetmişti.

Buna karşılık ilerleyen aylarda bombanın etkileri Hiroşima’da 146.000, Nagasaki’de 80.000 kadar kişinin ölümüne neden oldu. Hayatta kalanlara hibakusha denilecek ve gittikleri her yerde radyasyonun damgasıyla yaşayacaklardı. Bombanın getirdiği yan etkilerse anında gelen ölümden daha acımasızdı. Yüzlerce kişi radyasyondan, lösemiden, yanıklardan yani halkın deyişiyle atom bombası hastalığından acı çekecek ve çoğu yıllar içinde yavaşça ölecekti.

7. Bahaneler öyle sarhoşluk uyandırsın ki çocuklar dahi yok sayılsın

Sadoka Sasaki 12 yaşında kanserden öldüğünde, bir dilek hakkı için yapmaya gayret ettiği 1000 turna kuşundan, yaşamayı dileyecekti. Ancak atom çağında, tüm dilek hakları tedavülden kaldırılmıştı.

Hiçbir zaman savaş çığırtkanlarının umurunda değildir ‘göze görünmeyen çocuklar‘. Anne Frank gibi hayallerini savaşın gri küllerinde, duvarlara sığdırmak zorunda kalır onlar. Ya da 11 yaşındaki Tatyana Savicheva gibi tutsak kaldığı Leningrad kuşatmasında, günlüğünün son sayfasına herkes öldü, sadece Tanya kaldı yazarlar.  

8. Duygular teknolojinin ve siyasi emellerin karşısında demode kalsın

Sonuçta uranyumla nötron bir metalin içinde hapislerdi, bilmezlerdi güneşin iki hidrojeni bir helyuma çevirirken gözlerimizi yaktığını ama hadsizce de umut verdiğini. Hiç anlamamışlardı bir şarkının hududunda gezinen yürekte, gece göğünün baştan çıkarıcı hallerini. Toprakta yeşeren kederin çarpıklığını söyleyenleri de yoktu. Sorsalar oysa hepimiz bir yıldız tozu meselesiydik ve hüviyette kardeştik. Bir çırpınış kadar sahipliğimiz vardı yaşamda, bir de gayretten dokumaya çalıştığımız günlerimiz. Keşke bir ninniyle onlarla aynı dilde birleşebilseydik…

Bilseler tüm bunları ve dahasını atom bombaları, gökyüzünü hançerledikleri gün, kahırla lanet ederlerdi kontrolsüz zincirlenen tüm reaksiyonlara, eminim.

Ama yuvarlak masaları tutmayı ve kürsülerinden konuşmayı iyi bilen adamların, korkunun, nefretin ve tüm uluslararası kıyılarda gezinen dehşetin yani kritik altı kitleyi, süper kritik hale getiren konuların çağıydı. İşte onlar parçalanmayı iyi bilirlerdi bir araya geldiler mi ve de enerji saçarken etrafa, o enerjinin içinde boğmayı anı. An can çekişirken başarırlardı. Çünkü onlarca boşlukta yayılan ışığın karesinde kütle, enerjiye eşitti. Ve bu yeterdi koca yeşermişlikleri yerlerinden etmeye.

9. İnsanlık değişen dengelerde öteki olabileceğinin farkına varmasın

Bu madde her kıtada savaşın davulcusu. Sanılmasın ki tek tek milletleri suçluluk terazisine koyma derdindeyim. Atom bombasını eğer Almanlar icat edebilseydi bin ihtimalden birinde, patlatmazlar mıydı başlarında ‘öteki’ gördüklerinin? Peki ya Japonlar etik davranır mıydı düşmanlarını yere serme fırsatını bulduklarında? Ya da Almanlar birinci dünya savaşında o kadar ezilmese ve çaresizlikle kuşatılmasaydı, Hitler gibi bir kara veba geçer miydi başlarına? Bütün bunların cevaplarını tarihçilere bırakıyorum doğrusu. Ancak benim diyeceğim şu: İnsanın en gizli bir yerine kene gibi yapışık yok etme arzusuyla yaratma arzusu.

Yıldızlar ölme vakti geldiğinde kırmızı deve dönüşürler. Kırmızı dev yutar içindeki tüm enerjiyi, yedikçe yer büyütür cüssesini ve patlar ki cesedinden bir süpernova yaratsın. Bu süpernovanın içinde serbest kalan atomlar yeni atomlarla birleşerek bambaşka gezegenlerin ve canlıların ihtimalini açığa çıkartsın. Ölüm karşısında biz de yıldızlar gibi içimize çöküyoruz. Nazım Hikmet’ten dem vuruyorum o halde, onun ete, süte ve ota stronsium 90 yağarken sorduğu gibi: Bu çöküşten evveli ölen yıldızlara yaşamı mı götürmeli? Yoksa yıldızlardan ölüm mü getirmeli? Galiba türümüzün en mühim seçimi bu.

10. Vahşete devam edebilmek için bilmezlikten gelmekte ustalaşılsın

Bilimi suçladığım da yok demek için bu madde. Aksine Enrico Fermi’nin yaşamının sonlarında vurguladığı gibi, düşük ihtimal de olsa teknolojik gelişmelerin sorumluluğunu alacak kadar yetişkinleşmemizi umuyorum. Sonraki yıllarda aralarında Einstein da olduğu bazı bilim insanları, Bertrand Russel önderliğinde nükleer savaşa karşı bir bildiri yayınlarken; geleceğe miras bırakılan tehditlere dikkat çekiyor ve biyolojik tür olarak varlığımızı korumakta birleşmemiz gerektiğinden bahsediyorlardı. Dinlendiler mi dersiniz? Siyasetçilerin dünyayı kurtarırken neredeyse hiç ama yok ederken her zaman bilim insanlarını dinlemesi de kutsal bir öğreti olmalı.

Bir başka nükleer felaket Çernobil’de, Valery Legasov da görmüştü bu maharetimizi:

Yakın gelecekte başımıza neler geleceğini düşünmekten midem bulanıyor… Gerekli önlemler alınmadığı takdirde. Üstelik bunun yaşanmaması için alınabilecek önlemler de biliniyor. Ancak insanı endişelendiren ve hasta eden en moral bozucu kısım, gereken önlemlerin biliniyor olmasıdır.

Siz çığlık atsanız da gönüllü sağırlara duyuramazsınız sesinizi. Ve bu karadeliklerden daha çok tüketir, gerçekleri dert edeni.

Aslında cana kast eden herhangi bir silah yeterince ayıp doğurur. Ve masum bir tek kişinin kolayca vurulabildiği yerde, hepimiz önemsiz rakamlardan ibaretiz demektir. Ne yazık ki geçtiğimiz birkaç yıl, insanların sağduyularını el çabukluğuyla ortadan kaybedebildiklerini gördüm. Savaş çığlıklarının atmosferi kirlettiği günlerdeyiz yine. Devlerin cephane depoları atom bombasından daha vurucu nice silahla doluyken, barış dileğimi garanti altına aldığımı da hissedemiyorum.

Dünya topyekûn bir deliliğe teslim olurken, tüm gerçeği görenlere sabırlar diliyorum. Yine de nükleer enerjilerin kötü emellere alet edilmesine karşı tek bir madde de koyacak olsaydım buraya, şu olurdu: Ey insanlık kendini kandırma. Bunun dışında yepyeni bombalara karşın tek güvencem, yaşama hevesimiz. O ne uranyum ne plütonyum ne de hidrojen kadar kolay ayrıştırılabilir cinsten içimizden.

Author

Alternatif evreninde voleybolcu olamayan versiyon. Düşünce satıcısı, hikaye koleksiyoncusu. Ayrıca yanaklı birey. Bence dünyanın hayallere, hayallerin kelimelere ihtiyacı var.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.