The Theory of Everything, kağıt üzerinde, dünyanın en formül üretim Oscar filmlerinden biri gibi gözüküyordu. Gerçekten öyle. Kendisine karşı olan tüm zorluklara rağmen ilham verici bir başarı öyküsü yazmış, engelli bir dahinin, İngiltere’de ve belirli bir tarihi dönemde geçen biyografik hikayesi. Birkaç kağıda bütün Oscar kazanmış filmlerin kilit özelliklerini yazıp merdivenden aşağı atsanız, muhtemelen buna yakın bir sonuç elde ederdiniz.

Üstüne üstlük, TV ve film dünyası çok fazla “dahi” karakterle dolup taşmıştı son yıllarda. Zekası her şeyi birkaç adım geriden görebilmeyi sağlayan ve bu yüzden soğuk, mesafeli, duygusuz ve kaba tabirle öküz olan Gregory House’lar, Sheldon Cooper’lar, Sherlock Holmes’lar her köşe başından çıkıveriyordu. İşin ana karakteri o olmasa da, yan karakterlerden biri illa ki oydu. Bu senenin diğer Oscar yarışçısı The Imitation Game’de Benedict Cumberbatch bile tekrar düşmüştü bu klişeye.

x900

O yüzden, herhalde The Theory of Everything’e daha fazla ön yargıyla yaklaşamazdım muhtemelen. Karşımda az çok görmeyi beklediğim şey The Imitation Game’in bir benzeriydi. Birbirinin birkaç onyıl peşi sıra yaşamış ve ikisi de bilim alanında inanılmaz çığırlar açmış iki İngiliz adamın hikayesi bana çok benzer olacakmış gibi geliyordu. Film beni bu yanılgımdan ikinci dakikasında azat etti, ben de aynısını size yapayım. The Theory of Everything, alışageldik, şablondan çıkma biyografik başarı filmlerinden biri değil. Bunun sebebi de elimizde tuttuğumuz karakterin bize bir süredir yedirilen “kıl dahi” arketipinin tam zıddında, muhteşem gülümsemesiyle oturan Stephen Hawking olması.

Halbuki film çok fabrika üretimi bir açılışla yapıyor başlangıcını. Sinematografi, arkadan gelen müzik, görüntünün üzerine konulmuş diyaloglar… Hepsi biyografik filmlerin birinci perdelerinde sıkça kullandıkları fırtına öncesi sessizlik sahnelerinden alıntı yapmışlar. Film kısa süre içerisinde önünüze kendi sırtını yaslayacağı üç sütunu da sunuyor. Bunlardan ilki, Jane ve Stephen arasında yaşanan aşk. İkincisi, Hawking’in çalışma alanı, yani bilim. Üçüncüsü ise gelip, diğer ikisini yavaşça yemeye başlayan şey, yani hastalık.

x900 (1)

Film bu üç sütunda anlatılanları dengeleyerek başlıyor. Bu dengenin az çok güdüldüğü dönemlerde -ki takriben filmin ilk yarısı- gerçekten de filmi muadillerinden ayırmak mümkün değil. Tüm zorluklara rağmen elde edilen başarının hikayesi King’s Speech ya da The Imitation Game’den pek de farklı değil. Buraya kadar filmi sıkılarak izlemeniz olası. Fakat sabredin. Zira The Theory of Everything, elindeki en güçlü kartı, filminin ikinci perdesinde oynamaya başlıyor.

Eddie Redmayne.

Yanlış anlamayın, Felicity Jones’un ikna edici performansına tek bir laf etme niyetim bile yok. Hatta övgülerle doldurmak istiyorum Jones’un etrafını. Böylesine bir hastalıkla mücadele eden bir partnerin yaşayabilecekleri zorlukları ve bunlara göğüs gerilmesini sağlayan Jane Hawking’in o sessiz gücünü harika veriyor. Abartısız, dolgusuz bir oyunculuk sergiliyor. Kendini size ustaca kabul ettiriyor ve her şeyden önce, onun Stephen Hawking’e gerçekten aşık olduğuna inanıyorsunuz.

Eddie-Redmayne-In-The-Theory-Of-Everything-Wallpapers

Ama filmi gerçekten diğer tüm denklerinden ayıran şey Stephen Hawking’in gülümsemesi. Bu o kadar basit bir şey ki. O kadar naif geliyor ki kulağa, farkındayım. Interstellar’da sevginin gücüne “ya oldu mu şimdi” diyen ve çok “Hollywood” bulan bir adamın belki de bir gülümsemeye tav olması kulağınıza abes geliyordur. Ama bu gülümseme üzerine bir ruh kuruyor film. Stephen Hawking, “ciddi ve ağır bir yenilgi” olması beklenen hayatını karşısına alıp gülümsemeye başladığında, filmin vermek istediği mesajı hiç şüphe duymadan kavrıyorsunuz.

Bu tüm zorluklara rağmen başarılı olmanın hikayesi değil. Bu, tüm zorluklara rağmen mutlu olmanın hikayesi.

Filmin gerçekten de çok özel bir şekilde ayaklarınızın arasına serdiği mesaj bu, ve Eddie Redmayne bu mesajın ayrıştırılamaz bir parçası. Genelde engelli bir karakteri oynamak Oscar almak için kolay bir yol gibi gözükür. Fakat Redmayne’in yaptığına filmi izledikten sonra kolay demek mümkün değil. Bunun sebebi de o gülümseme zaten. O gülümsemeyi izleyiciye bayat bir şekilde sunmak o kadar kolay düşülebilecek bir tuzak ki; Redmayne’in bunu ustalıkla aşıp, size önce Hawking’in koşullarının zorluğunu satıp sonra o gülümsemenin ne kadar mutlu olmanın imkansız olduğu koşullara rağmen geldiğini anlatabiliyor olması gerçekten de bambaşka bir takdiri hak ediyor.

TTOE_D17_ 05356.NEF

Redmayne’in burada yaptığı şey sadece kötürüm bir karakteri oynamak değil. Onun kitabını Daniel Day-Lewis 25 sene önce yazdı ve kapattı zaten. Hayır, Redmayne filmi sadece bir tekerlekli sandalyede oturarak götürmüyor. Redmayne’in yaptığını bu derece hayranlık verici kılan şey, tüm mimikleri ve jestlerini inanılmaz bir eforla çıkardığına sizi ikna edebiliyor olması. Day-Lewis kötürüm bir insanın aşağıya doğru spiralini adım adım mükemmel vermişti, Redmayne ise bunun zıddını yapıyor. Önce sizi spiralin dibinde olduğuna inandırıyor ki, siz yukarı çıktığında ona hayran olasınız.

Ve oluyorsunuz da. Redmayne’in performansı sayesinde, film gerçekten de ilham verici bir hâle geliyor. Gerçekten de Stephen Hawking’in hikayesindeki o ufak detayı hiçbir zaman görmediğinizi fark ediyorsunuz. Bu adamın muhteşem, huşu uyandırıcı bir insan olmasının sebebi, tüm zorluklara rağmen ürettiği teorileri değil. Bu adamın size ilham vermesi gereken şey, hayatının amacı olarak başarıyı koymamış olması zaten. Hawking’in hayatının amacı, o gülümsemeyi suratında tutabilmek. Hawking’in hayatının amacı, mutlu olabilmek.

Her birimizin olması gerektiği gibi.

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

4 Comments

  1. Can Doğanay Reply

    Charlie Rose ile yaptığı röportajda, filme hazırlık sürecinde Hawking’in var olan bütün belgesellerini (hastalığın başındaki dönemler de dahil) izlediğini, kendisiyle bizzat tanışıp çok vakit geçirdiğini belirtmişti Eddie Redmayne. Hatta çekimler başlamadan çok önce ayna karşısında yazıda bahsi geçen jest ve mimiklere çalışarak saatler harcadığını söylemişti. İşini bu kadar ciddiye alan, işine bu kadar emek harcayan insanlar övgüleri sonuna kadar hak ediyor ve o övgüleri almaları gerekiyor.

  2. alp demirkabız Reply

    hawkingin hayatıyla ilgili şeyleri izlemedim ama çoğu kitabını söyleşisini okumuşumdur. kendinden bahsederken hastalığını engel olarak görmediğini, hatta onun sayesinde çok şey kazandığını, hayattan alabileceği maksimum zevki aldığını, bu dünyaya tekrar gelse aynı koşullarda yine hasta olmayı isteyeceğini söyler. hani bunu söylerken de ajitasyon yapmaz. garip bir şekilde bilimadamı soğukluğu ile konuşur. sebeplerini bir bir sayar vaayyy mantıklıymış dersiniz neredeyse hastalığına özenirsiniz. öne sürdüğü sebeplerden dolayı da hiç bir zaman hastalığından bahseden bir filme veya kitaba kesinlikle konu olmak istemediğini söyler.

    şimdi bu filmi görünce biraz şaşırdım açıkcası. hatta kırıldım. pek de izleyesim yok o yüzden. nasıl ikna olmuş acaba. mantıklı bir açıklamasına rastlayana kadar hawking sevgimi askıya alıyorum kusura bakmasın.

    • Yiğitcan Erdoğan Reply

      alp film de tam olarak onu anlatıyor zaten. hastalığını ajite etmiyor, acındırmıyor. o yüzden hawking çelişmemiş kendisiyle, zira bu film hastalığıyla ilgili değil, o hastalığa rağmen sürdürdüğü hayat ve mutluluk ile alakalı.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.