Sabah kalktım. Saat on, belki on çeyrekti. Giyindim, hazırlandım ve spor salonuna gittim. Taş çatlasa bir saat çalışmışımdır. Eve geri geldim, duşumu aldım ve günün ilk iki haberini girdim siteye. Sonra kendime bir kase mısır gevreği döktüm, kahvaltımı yaptım ve iki haber daha girdim. Programıma baktım. Not defterinde “Boyhood izle” diyordu, “sonra da siteye yaz.“. Açtım. Tam iki saat kırk beş dakika sürdü Boyhood. Bittiğinde, sabah yaptığım spor, aldığım duş, yediğim mısır gevreği ve girdiğim haberler gözüme yıllarca uzakta gözüküyordu.

Boyhood böyle bir şey. Bütün film, koskocaman bir zaman tünelinden ibaret. Bir tarafından giriyorsunuz ve öteki tarafa ulaşana kadar ensenizden ayrılmıyor. Tünelin öteki ucundan çıktığınızda, geride kalan her şey flulaşlmaya başlıyor. Şaka yapmıyorum, Boyhood’u izlediğiniz zaman gününüz Boyhood’dan öncesi ve sonrası olarak ikiye bölünecek. Richard Linklater’ın başardığı şey bu. Altı ilk çizilmesi gereken şey bu. Bu film iki saat kırk beş dakika sürüyor, ama içine sizin biyolojik saatinizi birkaç yıl geçtiğine ikna edecek denli ruh doldurmuş.

Boyhood 1

Linkater’ın başyapıtıyla ilgili o kilit bilgiyi artık muhtemelen hepiniz biliyorsunuzdur. Boyhood, 12 senede çekilmiş bir film. Mason Evans, Jr isimli küçük bir çocuğun 12 sene içerisindeki büyüme sürecini anlatıyor. Filmin dört ana aktörü o 12 sene içerisinde hiç değişmemişler. Mason’ın annesi Olivia’yı oynayan Patricia Arquette, babası Mason, Sr’ı oynayan Ethan Hawke, ablası Samantha’yı oynayan Lorelei Linklater ve tabii ki, filmin başrolü Ellar Coltrane.

Bu filmle ilgili ne okudunuz bilmiyorum. İlla ki birkaç eleştiriye, birkaç görüşe denk gelmişsinizdir. Dürüst olmak gerekirse, genelde yazılarımı yazmadan önce diğerlerinin ne dediğine pek bakmam; ama Boyhood için bir istisna yapmak istedim. Çok kocaman kelimeler gördüm okuduğum eleştirilerde. “Duygusal bir kuvvet” diyen vardı, “Bir neslin sıkıntılarını…” diye başlayan cümleler peydahlanıyordu, “insan durumunun harika bir…” şeklinde giden analizler birbirini kovalıyordu. Benim böyle büyük cümlelerim yok. Olmasını da bu filme yakıştıramıyorum zaten. Benim size bu filmle ilgili söyleyeceğim sadece tek bir kelime var. Linklater’ın en büyük başarısını da, filmin bu denli vurucu ve etkileyici ve sürükleyici olmasını da bu kelime anlatıyor.

Sıradan.

Boyhood 2

Mason’ın hikayesi hiçbir yerde “neslinin sıkıntılarını” anlatmak gibi bir gayrete girmiyor. Hayır, bu sıradan bir çocuğun, sıradan bir ergene, oradan da sıradan bir genç yetişkine dönüşmesinin hikayesi. Film hiçbir yerde duygusal bir kuvvet olup içinizi yıkmaya koşmuyor. Hayır, Mason ve ailesinin başına gelen şeyler gayet sıradan aslında, Linklater bunları hiçbir zaman abartmıyor ve olduklarından fazla göstermemeye gayret edip, yer yer izleyiciye olan etkilerinin de minimal kalmasına çalışıyor. Mason’da öyle insanlığın hal ve vaziyetini inceletecek bir durum da yok. Sıradan bir kişiliği var Mason’ın. Ne eksik, ne de fazla.

Filmin çekiminin 12 sene sürdüğü düşünülürse sıradanlık tek çıkar yol aslında. Neticede her aktörden 12 senede bir birkaç haftalığına gelip aynı çıkıntı karakteri oynamalarını bekleyemezsiniz. Ya da, en azından, onlar o karakteri aynı şekilde oynayamazlar. Heath Ledger’ın 12 sene boyunca Joker’i aynı oynayabileceğini tahayyül edebiliyor musunuz? Ya da en azından oynadığı bölümler arasında ciddi bir bağ kurabileceğini? Hayır. Bir noktada uçuk karakterler hikaye arklarını yitireceklerdir. Ama oyuncularınızdan olabildiğine sade olmalarını isterseniz, onlar her sene gelip karaktere tekrar bürünme konusunda daha az sıkıntı yaşarlar. Neticede verdiğiniz direktif “40’larında, iki çocuğu olan boşanmış bir babasın, iş bulamıyorsun” şeklinde, yirmi beş sayfalık bir arka plan hikayesi içermesi gerekmiyor.

Boyhood 3

Fakat sıradan’ın bu film için en önemli şey olduğunu söylerken anlatmak istediğim şey bu değil. Evet, Linklater gerçekten de sıradan, herhangi bir Amerikalı çocuğun -bu detay çok önemli, zira film buram buram Amerika kokuyor- hikayesini anlatmak istemiş. Filmin ismi Boyhood, yani “Çocukluk”, ama film Mason’ın değil, herkesin çocukluğunu anlatıyor. Bunu yaparken de Linklater gerçekten muazzam zaman damgaları vurmuş hikayenin her bir yerine.

Arkada çalan şarkıların seçimi çok kasti ve belirli, film sık sık Mason’ın o sırada kullandığı yeni teknolojileri (Game Boy Advance, iPod, Xbox, Wii, Facebook, iPhone, Facetime) set dekorasyonu olarak kullanıyor ve edilen muhabbetlerin pek çoğu dönemiyle ilgili (Harry Potter, Irak Savaşı, Star Wars, Obama vs. McCain, NSA). Anlayacağınız uzun lafın kısası, şunu demeye çalışıyorum; Linklater bu filmin hemen hemen her Amerikalı milenyalın kendinden bir şeyler bulabileceği şekilde kurgulamış. Filme sizi ilk önce onlar çekiyorlar. “Aa bu şarkıyı ne dinlerdik çocukken”, “Evet bu oyun bende de vardı” diyorsunuz ve film sizi Mason ile aynı yola sokuyor.

Boyhood 4

İşte Linklater de tokadı orada vuruyor. Mason’ın sıradan hayatına, kendi hayatınızdan eklediğiniz parçalarla kapılıyorsunuz. Ve izliyorsunuz. İki saat kırk beş dakika boyunca bu sıradan hikayeyi izliyorsunuz. Nefes almadan, göz kırpmadan üstelik. İki gün önce içinde büyücülerin, prenseslerin, peri annelerin ve devlerin olduğu bir filmi izlerken buram buram sıkılan ben Mason annesinden her çocuğun işittiği zılgıtı duyarken hiç başka bir şey düşünmedim. Mason Sr, her boşanmış baba gibi alttan alta eski karısına sallarken aklımda ondan başka bir şey yoktu. Samantha her ergen kız gibi bunalım yaşarken “Ne oluyor” demedim.

Linklater’ın gerçekten de dehası bu işte. Bu neredeyse bir belgesel olacak kadar sade bir hikaye. Ama Linklater onu öylesine parlatıyor, izleyici öylesine içine alıyor ve size bu karakterleri öylesine kabullendiriyor ki ikinci bir şey düşünmüyorsunuz. Boyhood bu yüzden sinema tarihinin en önemli eserlerinden biri. Oscar’ı alır mı, almaz mı bilmiyorum. Orada işin içinde başka politikalar var. Ama bir şey net ve o bir şey hiç değişmeyecek. Boyhood daha önce çekilmiş hiçbir filme benzemiyor. Bunun sebebi de 12 senede çekilmiş olması değil. Boyhood başka hiçbir filme benzemiyor, çünkü “film” olmadan film olabilen onun gibi bir tane daha eser yok…

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

1 Comment

  1. Çok enteresan bir film söylediğin gibi. Sıradan kelimesinin en olumlu kullanımı sanki bu film için olanı. İzletiyor, öyle bir izletiyor ki anlamıyorsun “neden? & nasıl?” ama bittiğinde ve hatta bittikten sonra konuşurken, arkadaşlarına anlatırken, düşünürken gittikçe daha da etkileniyorsun bu filmden. Benim başıma gelen bu en azından 🙂

    Not: Bu sıradanlık mevzusu aklıma “Çoğunluk” filmini getirdi. http://www.imdb.com/title/tt1714014/

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.