Marvel Cinematic Universe‘in tartışmasız en katmanlı ve anlamlı film serisi olan Captain America 1 ve 2’yi arka arkaya izlediyseniz, aradaki geçişle ilgili kafanızda bir takım şeyler kalmış olabilir. İlk filmde ülkesi için sınanmamış, güvenilmez, tehlikeli bir deneyi kabul edip, tek başına bombanın üstüne atlayan Steve Rogers, ikinci filmde ülkesinin en büyük istihbarat ajansını komple yıkacak kafaya nasıl gelir? Amerikan tarihinin gidişatını bilenler ve filmdeki ince nüansları takip edenler için, cevap çok barizdir aslında. Steve Rogers hiçbir kafaya gelmemiştir, bilakis, Steve Rogers 1945’ten gelen tek kişi olduğu için, etrafındaki her şey değişirken, bütün bunlara eski kafayla bakabilen tek kişi kalmıştır artık 2014’te.
İşte Bridge of Spies, o değişimi anlatan bir film. Ve pek çok Steven Spielberg hikayesinde olduğu gibi, bunu yine merkezine bir kişinin samimi ve içten öyküsünün arka planına yedirerek, ustalıkla ve zerafetle yapıyor. Bu hikaye, Amerika’nın Steve Rogers’ın donduğu 1945 yılında, kendisini Amerika yapan ideal, değer ve tavırlardan nasıl Soğuk Savaş‘ın “mecburiyetleri” kisvesi altında taviz verdiğinin hikayesi. Ve Spielberg’e göre, bu hikaye, Amerika’nın Soğuk Savaş’ı aslında kendisi gibi olarak kazanabileceğine, kendisi gibi olmadığı için de, aslında kaybettiğine dair bir hikaye.
Öncelikle bir şeyi aradan çıkartmak gerek; film tepeden tırnağa bir all-star kadronun işi. Filmi de zaten, bu all-star kadroyu irdeleyerek anlatmak gerek. Evveliyatla, kağıdın üzerine kelimeleri döken adamlar, Amerikan sinemasının son elli yılının en özgün seslerini, birkaç on yıldır iki kafadan çıkartıyorlar: Joel ve Ethan Coen kardeşler. Bu ikili bugüne kadar kendi yazdıkları şeyi, çok fazla başkasına emanet etmediler. Ama yanlarına Matt Chapman’ı da alarak ürettikleri hikayeyi, İkinci Dünya Savaşı ve bireysel tavizsizlik hikayesi denince akla ilk gelen isim olan Spielberg’e vermişler. Şunu söylemek gerek, filmin çok net bir şekilde Soğuk Savaş döneminde güdülen Amerikan politikalarına, daha doğrusu bu politikaların korkuyla yoğrularak git gide saf Amerikan idealizmine dair söyleyeceği sözler var. Yalnız metin, başta çok net altını çizdiği bu meseleyi, sonlara doğru sizi de uyutarak unutuyor. Senaryo odağını bir noktadan sonra Jim Donovan’ın mücadelesine çeviriyor ve filmi bir zaferle sonlandırdığı için, bu zaferi de çok güzel anlattığı için; aslında başta Amerika’nın kaybettiğini söylediği şeyleri siz izleyici olarak unutmuş oluyorsunuz.
Bunda elbette, kamera arkasındaki adamın da payı var. Steven Spielberg‘in meziyetini de, yapabileceklerini de tartışmayı dev anlamsız buluyorum şu saatte. Fakat kendisinin kusuru, her zaman samimiyete ve karaktere inip, filminin sonlarına doğru izleyiciyle şahsi bağlantıyı bunun üzerinden kurabilmek amacıyla mesajını ve meselesini arka plana atması olmuştur. Bridge of Spies‘da da durum böyle. Munich’te final ne kadar İsrail-Filistin arasındaki çatışmanın psikolojik tahribatından uzaklaşıp, Avner Kaufman‘ın şahsi buhranlarına bağlandıysa, Bridge of Spies’da o kadar tümden parçaya iniveriyor.
Filmin tek all-star kısmı yönetmen ve yazar ikilisi değil elbette. Müsaadeniz varsa, üç farklı şeyi övmek istiyorum bu üçünden ikisi –bence haklı olarak– Oscar’a adaylar. İlki, set tasarımı. Rena DeAngelo, Bernhard Henrich, ve Adam Stockhausen’ın çıkarttıkları iş inanılmaz. Döküntü hapishanelerden, şaşalı Sovyet mahkeme salonlarına kadar, prodüksiyon tasarımı gerçekten de en ufak detayına kadar çarpıcı, göz alıcı ve gerçekten çok başarılı. İkincisi ise, Spielberg’in kadrolu görüntü yönetmeni Janusz Kaminski‘nin muazzam sinematografisi. Kaminski, bana göre gelmiş geçmiş en güzel yakın çekimlerden çoğunu yansıtmış adam olarak, burada da o kadar ince ince işlemiş ki kamerasını; her duyguya ve her kalp çarpıntısına hakim hissediyorsunuz izleyici olarak. Üçüncü övmek istediğim şey ise kurgu. Yine Spielberg gediklisi olan Michael Kahn‘ın kurgusunun Oscar’a aday olmamış olması, dünya ahiret ayıp bana soracak olursanız. Bu üç parça da, filmin otantikliğini, samimiyetini ve daha da önemlisi, sürükleyiciliğini daima yüksek kılıyorlar.
O hâlde all-star’ın son kısmına gelelim, oyuncular. Öncelikle şunu söylemek lazım, Spielberg ve ekibinin kamerası, her ne kadar başrol ve filmin üstünlüğü tartışmasız Tom Hanks’in olsa dahi, diğer oyunculara parlama imkanı tanımış. Fakat ne Sebastian Koch, ne Alan Alda, ne Austin Stowell, ne de Mikhail Gorevoy bu şansı değerlendirememişler. Kötü değiller, kamerayı utandırmıyorlar, ama elindeki fırsattan bir parıltı çıkartamamışlar ne hikmetse. Bunu yapabilen, bir adam var. Mark Rylance. Halihazırda Oscar’a aday olan Rylance’ın gösterdiği Rudolf Abel performansı gerçekten de muazzam. Naif, sakin, gürültüsüz ama gerçekten de çok kuvvetli ve delicesine çekiciliği olan bir karakter Rylance’ın resmettiği. Film boyunca gözlerinizi ondan alamadığınız gibi, filmden sonra da aklınızda kalacağı kesin gibi.
Ve son parantezi de Tom Hanks’e açmak gerekiyor elbette. Hanks, ne oynarsa oynasın, aynı güvenilirliği rolüne katabilen aktörlerden biri. Belki de bunu yapabilen tek kişi. Ne olursa olsun, günün sonunda Hanks’in bir karakterini ekranda gördüğünüzde, ne söylerse inanacağınızı; ne hissederse anlayacağınızı biliyorsunuz. Burada da Jim Donovan performansı o çizginin dışına çıkmamış. Şu saatten sonra üzerine fırlatılmış övgülere bir tanesini daha atmak lüzumsuz, ama söylemek gerek, Hanks ile aynı dönemde yaşıyor, filmlerini çıktığı zamanda izleyebiliyor olmak, büyük şeref.
Bridge of Spies dünyaları değiştiren bir film mi? Bana soracak olursanız, sonda odağını küçülterek bu fırsatını kaçırmış. Amerika’nın idealist bir proje-devletten şimdiki korkuyla beslenen müdahaleci dünya polisi hâline gelişine dair söyleyecek anlamlı sözleri var en başında. Fakat sonlara doğru, bunları gerçekten dokunaklı ve ilham verici bir başarı hikayesi için takas ediyor. Bu bir tercih meselesi, filmin finali sizde yarım bir tat da bırakabilir, tatmin olmuş bir dimağ da. Kesin olan tek şey, Spielberg’in yine kalitesinden ödün vermeden, ortaya zarif ve çekici bir hikaye çıkarttığı. Özellikle casus işlerine de ilginiz varsa, vaktinizi hak ediyor.