Streaming servislerinin birbirleriyle aşık attığı dizisi bol, bereketli bir yıl oldu 2022. Bu hızlı tüketim, büyük bir talebi oluşturduğu için arzın kalitesi konusunda her zaman özenli olmuyor maalesef yapımcılar. İşte bu yüzden kendimizi buğday ambarında sanmamak için sizlere güzel bir liste hazırladım. Sıralamayı belirli bir ölçüte göre yapmadım, bu yıl çıkmış yapımlardan en beğendiklerimi derledim. Seçiniz, beğeniniz, izleyiniz.
The English (Mini dizi – 6 bölüm)
Bölüm başına en az üç kişinin öldüğü bir vahşi batı anlatısı olan The English, intikam için İngiltere’den kalkıp Amerika’nın kanlı topraklarına gelen bir kadınla, her şeyini bu kanlı topraklarda kaybetmiş ve buna karşılık hakkını almak isteyen bir adamın hikâyesini anlatıyor. Esas teması western olmakla birlikte bölümler boyu yavaşça gelişen çok zarif bir aşk öyküsü de bu temayı destekliyor. Başrollerin müthiş uyumu, ekrandan taşan kimyaları, içe işleyen diyalogları, dönemin doğru bir tasviri ile beraber Amerika’nın yalnız topraklarının geniş açılarla çekimi güzel bir seyir zevki sunuyor.
Slow Horses (1. Sezon – 6 Bölüm)
Aynı adlı bir roman serisinden uyarlanan bu dizi, özlediğimiz İngiliz espiyonaj havasını mükemmel bir şekilde yakalıyor. Slow Horses’da, MI5’dan öyle ya da böyle sebeplerle ıskartaya çıkarılıp sepetlenen bir grup beceriksiz ajanın, İngiltere’yi sarsan bir kaçırılma olayını çözmeye çalışmalarını izliyoruz. Birçok sırrın ortaya çıktığı ve birçok yanlışın hasır altı edildiği dizimizde, bölümler ilerledikçe gerilim de hızla tırmanıyor. Ayrıca usta ve oldukça gözü kara bir ajanı oynayan Gary Oldman’ın gaz çıkararak yönetimi altında çalışan ajanlarına devamlı laf sokmasını da keyifle izletiyor.
Severance (1. Sezon – 9 Bölüm)
Bu senenin en büyük sürprizlerinden biri, sessiz sedasız gelen ama sonrasında çok kayda değer bir ses çıkaran dizimiz Severance oldu. Konusuna hiç hakim olmadan, sadece yayınlanan birkaç tanıtım fotoğrafında sevdiğim oyuncuların rol aldığını görünce can sıkıntısı ile başladığım dizi, bir anda yaratıcı konusu ile heyecanla izlediğim bir iş oldu. Ofis draması izlemeyi beklerken bu temayı sağlam bir basamak olarak kullanıp hayata dair çok daha farklı bir şeyler anlatan, izleyiciye etik konusunda güzel ikilemler yaşatan bir iş olmuş. Çok sakin bir şekilde hissettirilen tekinsizlik sayesinde merakla sonraki bölümü kovalatıyor. Birbirini tekrar eden senaryolardan sıkılan izleyiciler hiç konusuna bakmadan, gönül rahatlığı ile izleyebilirler.
House Of The Dragon (1. Sezon – 10 bölüm)
Game of Thrones her ne kadar son sezonu ile kendi ayağına sıkarak izleyiciler tarafından nefretle anılmasına sebep olmuş olsa da bu öfke, dizinin başarısını gölgeleyemedi. Bu yüzden ellerinin altında nasıl bir kaynak olduğunu bilen yapımcılar, George R. R. Martin tarafından yaratılan bu evrenin içinde daha güvenle hareket ederek, bitmiş bir hikâyeyi ekrana taşımaya karar verdiler. Sütten ağzı yanan herkes diziyi bir gözü kapalı izlemeye başladı ama neredeyse ilk bölüm ile beraber dizi üzerine yapışmış olan damgaları hızla çıkardı çünkü iş gayet kaliteliydi. Targaryen Hanesi’nin çılgın dönemlerinden birini anlatan dizimizin ilk sezonu, sonrasında yaşanacak fırtınalı bir taht kavgası için sağlam sözler veren bir hazırlığı anlatıyor. Ateş ve Kan isimli kitabın uzun bir kısmından alınmış olan dizi, kitabın oluşturduğu boşlukları kapatırken bazı yönleri ile dayandığı eserden daha başarılı olarak öne çıkıyor.
Andor (1. Sezon – 12 Bölüm)
Başka bir sürpriz de hiçbir zaman kalite tutturamamış olan Star Wars evreninin küçük bir köşesinden geldi. Rogue One’dan tanıdığımız Cassian Andor isimli hırslı bir isyancının geçmişine döndüğümüz dizimiz yavaş bir başlangıç yapıp, kendisi hakkında biraz olsun izleyiciyi yanıltsa da sabırla takip edenler için ödülü gayet doyurucu olan bir anlatı sunuyor. “Bir isyancı nasıl doğar” hikâyesini klasik temalarından sıyırmadan fakat her bölümde nefesleri tutturmayı başararak anlatıyor. Sadece günü çıkarmaya çalışan bir adamın faşist düzen içinde yoğrulup, İmparatorluğun nasıl da kendi isyancılarını doğurduğunu hayretle izliyoruz. Kitap okur gibi akan diyaloglar da dizinin artı yönlerinden sadece biri.
The Bear (1. Sezon – 8 Bölüm)
Kişinin işleyen bir mutfak hakkında bilgisi, Gordon Ramsey ve Master Şef ile sınırlı olunca az-çok acımasız tahminlerde bulunması kolay oluyor. The Bear’da ise bu tahminlerde pek yanılmadığımız gibi işin stresinin boyutu hakkında daha fazla şeyler görüyoruz. Ölen abisinden kalan restoranı kendi prestijli kariyerini geride bırakarak devralan ana karakterimizin, borç içinde yüzen bu yeri kendi dilinden hiç anlamayan çalışanları ile ayakta tutmaya çalışmasını izliyoruz. Dizi o kadar başarılı ki bu işi bizi de mutfağa dâhil ederek yapıyor. Çok çalışmanın, dayanışmanın ve aklını kullanmanın insanları bir yerlere taşıyabileceği gibi, maalesef ki istemsiz bir şekilde oluşan pürüzler sayesinde başarısızlığın elde olmadan da gelebileceğini görüyoruz. Güzel, gerçek bir dizi olmuş.
This Is Going To Hurt (Mini Dizi – 7 Bölüm)
Aynı adlı bir kitaptan uyarlanan bu dizimiz de The Bear gibi bir meslek üzerinden ilerliyor. Bir devlet hastanesinde jinekolog olarak çalışan doktorumuzu ve her ne kadar severek yaparsa yapsın, bu işin onu nasıl soyutlayıp da tükettiğini izliyoruz. Trajikomik olayların, yürek ısıtan ve dağlayan sahnelerin bir numaralı merkezi olan hastanelerde zaman ilerlerken doktorların işinin ne kadar zor olduğunu birinci elden görüyoruz. Çünkü hem kitabın hem de dizinin yazarı olan Adam Kay, eski bir doktor olarak tecrübesini konuştururken kendini geri tutmuyor ve tüm vahşiliği olabildiğince yalın bir dille anlatıyor. Yanlış anlaşılma olmasın, dizi arada güzel de güldürüyor.
The Gilded Age (1. Sezon – 9 Bölüm)
Adından da anlaşıldığı gibi on dokuzuncu yüzyıl sonları New York dolaylarında geçen bir mahalle dizisi, listedeki yerini alıyor. Mahalle olarak tasvir etmem biraz abes oldu çünkü yaşanılan evler saraydan bozma, koca malikaneler olunca gözde canlanan ile pek uyum sağlamadı. Ama yalan değil, hikâyemiz bir mahallede, tüm bu zenginlikten kırılan komşular arasında geçiyor. Zamanında yaşanan ekonomik büyüme ile zenginleşen “sonradan görme” ailemizin, zengin doğmuş insanlar arasına yerleşip kendilerini kabul ettirme çabalarını izliyoruz. Eski ile önüne geçilmesi imkansız olan yeninin çatışmasını, dönemin tozuna kadar mükemmel şekilde temsil ederek gösteriyor dizi. Karakterler devamlı bir yarış hâlindeyken tatlı entrikalar, gösterişler ve büyülü bir dünya yaşanıyor. Downton Abbey’den sonra boşluğa düşüp bir dönem işi arayanlar tereddütsüz baksın. Zira ikisinin de yaratıcısı ve yazarı Julian Fellowes.
Black Bird (Mini Dizi – 6 Bölüm)
Listemize hapishane teması ile giriş yapan ve gerçek bir hayat hikâyesinden uyarlanan Black Bird, gerilimi ile insanı kendine getiren yapımlardan biri. Cezasını görece rahat bir hapishanede geçiren kahramanımızın, af karşılığında, cehennem olarak tasvir edilen başka bir hapishaneye giderek, bir katil olarak suçlanması için yeterli kanıt olmadığı savunulan bir adamdan itiraf koparması gerekecektir. Mükemmel oyunculuklarla birlikte sağlam bir katil portresi çiziyor dizi. Hapishanenin o umutsuz ortamında, sonrasında ne olacak diye izletmeye devam ettirirken bir yandan da dışarıda kanıt arayan dedektiflerle bir polisiye havası yakalıyor.
Under The Banner Of Heaven (Mini Dizi – 7 Bölüm)
Polisiye demişken bir başka gerçek olaylardan uyarlama olan dizimize bakalım. Amerika kırsalında oldukça bağnaz bir kasabada Mormon prensiplerine bağlı bir aileyi izliyoruz. İşlenen korkunç bir cinayeti, yine Mormon olan dedektif ile ilk bölümden itibaren cereyan eden olaylarla birlikte çözmeye çalışıyoruz. Katile her bölüm yaklaşırken ve biz ekran başında, “Artık bu da olmaz!” derken başrol dedektif de kendi içinde inancına karşı büyük sorgulamalar yaşıyor. Cahilin her yerde cahil olduğunu ve her yerde nasıl da kendi duyarsız amaçları yüzünden huzuru bozmakla kalmayıp, hayatı masumlar için cehenneme çevirdiğini görüyoruz.
Peacemaker (1. Sezon – 8 Bölüm)
Senenin bir diğer sürprizi de Peacemaker adlı fantastik derecede absürt ama aynı derecede kaliteli bu iş oldu. Kenarda köşede kalmış bir DC süper kahramanın dünyayı kurtarmak için verdiği savaşı izliyoruz. Yönetmen James Gunn, bir önceki yapımı The Suicide Squad filminde gördüğümüz bu karakteri alıp, patlatıp, içini doldurup detay vererek bizlere sunuyor. Bu yüzden önceleri neden bu karakter için vakit harcamamız istendiğini anlamasak da dizi ilerleyip diğer birbirinden uçuk karakterlerin de yardımıyla bu çılgın ortama alıştıktan sonra, her şey keyifli gelmeye başlıyor. Olabildiğince komik, aksiyonu dozunda, gayet absürt ama her şeyin bir açıklaması olan, izleyiciyi güldüren ama bizimle dalga geçmeyen, güzel bir dizi olmuş.
1899 (1. Sezon – 8 Bölüm)
Dark dizisi takipçilerinin bu sene merakla beklediği 1899, adından anlaşılabileceği gibi bir dönem dizisi. İsmi geçen yılda Avrupa’dan Amerika’ya giden bir geminin Birleşmiş Milletler’den hallice yolcu kadrosunu izliyoruz. Daha önce kaybolan başka bir geminin gölgesinde ilerleyen Kerberos adlı bu gemide, her an ve her daim gizemli olaylar silsilesi birbirini kovalamakta olup, seyirciyi gizem temasına boğmak için elini hiç esirgemiyor. Farklı dillerde iletişim kuran karakterlerin birbirlerini hiç anlamadan nasıl da birbirlerini çok iyi anlaştıklarını görüyoruz. Her biri karanlık geçmişe sahip yolcular, hiçliğin ortasında başı boş bir gemi, gemi içinde tek başına bir çocuk ve sonu kabuslara çıkan dar tünellerin olduğu bu dizimiz ilk sezonunun son bölümünde, gelecek olanlar için büyük vaatler vererek bitiyor.
Pachinko (1. Sezon – 8 Bölüm)
Başka bir kitap uyarlaması da farklı zaman çizgilerinde, farklı ülkelerde ve farklı dillerde ilerleyen Pachinko oldu. Savaşla beraber daha iyi bir hayat için Kore’den Japonya’ya göç eden bir ailenin kendi yurdunda olmamanın verdiği huzursuzluk, fakirlik, ırkçılık ve şovenizm karşısında tutunma çalışmasını izlerken aynı ailenin yıllar sonrasında yaşadığı başka sorunlara da odaklanıyoruz. Yıllar içinde her şey değiştiği gibi sorunlar da evrilerek başkalaşıyor; fakirliğin yerini uyuşturucu sorunu, karşılaşılan ırkçılığın yerini bir yere ait olamama alıyor. Kuşaklar birbirini hiç anlamazken, aile artık evleri olmuş bu yabancı yerde hâlâ bütünlüğünü korumaya çalışıyor. Hiç doğulmamış topraklar için memleket özlemi içeren bu yapım, Japonya-Kore tarihi meraklıları için de güzel temalar barındırıyor.
Shining Girls (Mini dizi – 8 Bölüm)
Bir başka “Katil kim?” sorusu içeren dizimiz de Shining Girls. Hayatı korkunç bir saldırı yüzünden sekteye uğramış bir kadının, kendi başına gelenlerin aynısını başka kadınların da yaşadığını çalıştığı gazetede fark edince, işler aniden değişir. Bir anda baş kahramanımızın saldırganı bir seri katile dönüşür ve sahneler arasında onu aramaya başlarız. Ta ki katilin çok daha farklı bir yerde saklandığını keşfedene kadar… İçinde büyütülen korkuların kendini yemesinden bıkan bir kadının sahip olduğu her şeyi intikam silahına çevirerek savaşmasını izliyoruz. Gizem, gerilim ve güzel bir kovalamaca sunuyor.
The Rehearsal (1. Sezon – 6 Bölüm)
Bu dizi nasıl anlatılır, nasıl tasvir edilir, gerçekten en ufak bir fikrim yok. Bir Nathan Fielder komedisi olan bu yapım, hayatı şansa bırakmak istemeyenler için bire bir. Yaşamı, yaşamadan önce bir şekilde prova ya da daha doğrusu simüle eden bir adamı izliyoruz. Bu dizide kafa yapısı olarak daha önce hiç görmediğimiz, bazı yerlerde saçmalık derecesinde bazı yerlerde ise deha havalarında garip olaylar yaşanıyor. Baş kahramanımız Nathan, hayatı anlamaya ve insanlarla empati kurmaya çalışırken kurgunun kurgusunun kurgusu gerçekleşiyor. Bu anlattıklarım kafanızı mı karıştırdı? Lütfen diziyi izleyin ve biraz daha kafanız karışsın. Ayrıca sosyal anksiyetesi olanlar tereddüt etmeden bu seriye dalsınlar. İşlerin hiçbir zaman kafamızda büyüttüğümüz gibi korkunç olmadığını çok güzel gösteriyor ilk bölümde. Yani çoğunlukla.
Yazan: Reyhan Gelişli
1 Comment
Çok teşekkürler, gerçekten kısa ama doyurucu tanıtımlar yapmışsınız, emeğinize sağlık.