Sinematik evren kurulumu, bir film veya dizide yaşanan bir olayın sonuçlarını diğer yapımlarda görebildiğimizde başarıya ulaşıyor. The Batman filmi ve onun spin-off‘u diyebileceğimiz The Penguin dizisi DC Comics çatısı altında yer alsa da, söz konusu kavram sinematik evren olduğunda Marvel’dan örnek vermem gerekiyor. Netflix’in Daredevil dizisini izleyip The Avengers’taki New York Savaşı sonrasında yeniden inşa edilen New York’u gördüğümüzde, o savaşta uzaylılarla karşılaşan Tony Stark’ın Iron Man 3’te panik ataklar geçirdiğini izlediğimizde gerçekten o evrende hissediyoruz kendimizi. Bu yüzden Eternals’ta okyanusa devasa bir el bırakıldığında onu tekrar görmek istiyoruz, bahsi bile geçmediğinde Marvel Sinematik Evreni’ni eleştiriyoruz.
The Penguin, Matt Reeves’in The Batman evreninde (ister DC Elseworlds diyin ister Batman Epic Crime Saga) olduğumuzu buram buram hissettirerek başlıyor. Kamera The Batman filminin epik müziği eşliğinde şehri seyreden Penguin’i kadraja alıyor, bu esnada bir sinematik evrenin olmazsa olmazlarından haber bülteni sunumu ile (CW Arrowverse iyi kullanırdı bunu) filmle dizi arasındaki bağlantı kuruluyor. The Batman’in finalinde de zaten Penguin Gotham’ı izlerken şehrin yıkımının başkalarının yükselişine sahne olabileceğine dair bir repliğin duyulduğu bir sahne görmüştük.
Böyle olunca The Penguin 1. bölümü beni açılış sahnesiyle kapmış bulundu. Bölüm bittiğinde de, oldukça iyi bir bölüm seyretmeme rağmen hâlâ en iyi sahnesinin giriş sahnesi olduğunu düşündüm. Her ne kadar The Penguin tek başına izlenebilecek bir seyirlik vaat etse de günün sonunda bir spin-off olduğunu biliyoruz ve ana materyale ne kadar bağlanıyorsa, ufak tefek de olsa ne kadar gönderme varsa o kadar fazla keyif alıyoruz. The Penguin bu konuda yapacaklarını ilk iki dakikasından halledip sonrasında kendi hikâyesine odaklanıyor.
Colin Farrell’ın saatlerce süren makyajı sonrasında dönüştüğü Penguin lakaplı suç baronunu canlandırdığı The Penguin, The Batman’deki olayların akabinde Gotham suç patronlarının güç savaşını konu alıyor. Carmine Falcone ölünce onun altında çalışan Oz Cobb’un (namıdiğer Penguin) yükselme mücadelesi başlıyor. Carmine’ın ukala oğlu Alberto ile oturan Penguin, ilk etapta alttan alıp Falcone’lara sadık bir görüntü çizse de bir anlık öfke ile Alberto’yu öldürüyor. Açılış sahnesi ile The Batman severleri kendine bağlayan dizi, hemen ardından kritik bir ölüm izleterek The Batman sevgisinden bağımsız herkesi meraklandıracak bir başlangıç yapmış oluyor.
Böyle hızlı bir giriş yaptığına bakmayın, The Batman’in 3 saatlik süresine yaraşır bir yavaşlıkta devam ediyor The Penguin 1. bölümü. Penguin’in Falcone’larla müzakarelerini, annesi ile ilişkisini, yetiştirmek için aldığı çocuğu falan izlediğimiz kısımlar oldukça yavaş ilerliyor. Suç draması türü, Gotham’ın karanlık atmosferi, sürekli bir gerginlik yaratan yönetmenlik sayesinde bu durum rahatsız edici olmuyor asla; hatta “Sopranos mu izliyoruz” diye düşündürtüyor. Bu diziyi The Sopranos ile karşılaştırmak Sopranos’a ayıp olur ama, bir süper kahraman dizisinin Sopranos’la karşılaştırılması da o iş için gurur vericidir.
Süper kahraman dizisi dedim ancak The Penguin’i izleyenlerin ilk dikkat edeceği şeylerden biri bunun bir süper kahraman uyarlaması olmayışı, hatta çizgi roman uyarlamasına bile benzemiyor oluşu olacaktır. The Batman filminin Nolan Batman’ine yakın gerçekçiliği devam ediyor, Batman’siz bir suç draması izlemek Gotham dizisini andırıyor. Bu altyapıyı kuran ise Matt Reeves’in The Batman’i oldu. The Penguin dizi incelemesi yapıyor olsak da yine The Batman övmek için bir parantez açacağım, çünkü evrende suç patronlarını bu kadar ön plana koymak o filmin başarısıydı. Filmin esas kötüsü Riddler gibi gözükse de Maroni, Falcone ve Penguin üzerinden kurulan yapı Gotham’ın asıl belasının bu mafyalar olduğunun altını çiziyor, The Penguin gibi yapımlara önayak oluyordu.
The Penguin dizisi ilk bölümü itibariyle birçok sevdiğimiz yapımda olduğu gibi akıl oyunları içeren, entrikalar üzerinden güç savaşlarını izleyeceğimiz bir sezon vaat ediyor. Penguin hapisteki Maroni örgütünü işin içine kattı, kardeşini öldürmesine rağmen Arkham Tımarhanesi’nden yeni çıkan Sofia Falcone ile iletişim kurması gerekti. Tüm bunlar devasa uyuşturucu imalatını sürdürebilmesi ve Gotham’ın lideri olabilmesi için verdiği mücadelelerin bir parçası. Bu süreçlerin içerisinde sidekick gibi sahiplendiği bir gence yaptığı mentorluk ve annesini koruma çabası ise yine birçok sevdiğimiz yapımda olduğu gibi sağlam bir gri karakter yazımına işaret ediyor.
Sonuçta 8 bölümcük bir mini dizi şeklinde görünen The Penguin, bölüm başına yaklaşık 1 saatlik süreler ile yavaş ilerleyen bir yapıya sahip. Bu süreç de Penguin’i yani Oz Cobb’u daha çok tanımamıza sebep olacak açıkçası. Gotham’ın bir numaralı suç liderini vurduktan sonra sakatlığı sebebiyle cesedi taşımakta zorlanması, yardım için bulduğu çocukla her şey normalmiş gibi yemek yemeye gitmesi, annesini güvenli bir yere götürmeye çalışması… Tüm bunlar Penguin’i Penguin yapan şeyler olmakla birlikte seyircinin onunla bir çıt bağ kurmasını ve dizinin enteresanlaşmasını sağlıyor bence.
Marvel’ın her şeye spin-off dizi çekmesiyle sütten ağzımız yanmış olsa da The Penguin’in ilk bölümüyle acayip umut verdiğini söylemek durumundayım. Sonraki bölümler ne gösterir bilemem ancak ben her hafta 1 saatimi ayırıp herhangi bir süper kahraman evreninden kopmamak için bir içerik izleyeceksem, aradığım kalite seviyesi net bir şekilde bu.
Dizinin showrunner‘ının daha önce Chuck ve Agents of SHIELD gibi yapımlarda çalışmış Lauren LeFranc olması, Colin Farrell ve Cristin Milioti’nin üst düzey performansları, The Batman’den aşağı kalmayan görüntü yönetimi ile The Penguin 1. bölümü sezonun geri kalanına dair fazlasıyla umutlandırıyor. Biz geekler söz konusu çizgi roman uyarlamaları olduğunda fazla heyecanlanmamaya alışmış olsak da The Penguin’e karşı bu temkinli halimizi sürdüremeyeceğiz gibi hissediyorum. Hele karşısında Agatha All Along gibi bir dizi varken The Penguin her hafta beklenmeyi kesinlikle hak ediyor sevgili geekler.