Bazı filmler vardır; yalnızca izlenmez, içselleştirilir. Big Fish, benim için tam da öyle bir film. Sadece bir hikâyeyi değil, bambaşka bir dünyayı da keşfetmiştim onunla. Hayatı algılayış biçimimi, insanlara ve olaylara bakışımı fark etmeden dönüştürdü. Daniel Wallace’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, anlatının dönüştürücü gücünü duygusal bir görsellikle birleştiriyor. İlginçtir ki filmin ilk olarak Steven Spielberg tarafından yönetilmesi planlanmıştı ancak bu gerçekleşmedi. Daha sonra, babasını kaybetmesinin ardından projeyle kişisel bir bağ kuran Tim Burton devreye girdi ve filmi üstlendi. Bu kaybın etkisi Burton’ın filme kattığı duygusal derinlikte açıkça hissediliyor.

Anlatılan her olağanüstü hikâye, aslında sıradan bir hayatın olağandışı bir dille ifade edilmesiydi. Bu anlatım, bana tanıdık bir duyguyu yeniden hatırlattı: Hayatın büyüklüğü, çoğu zaman yaşadıklarımızda değil, onlara yüklediğimiz anlamda gizliydi.
Edward Bloom’un rengârenk hikâyeleri, basit bir yaşamın ne kadar görkemli bir şeye dönüşebileceğini gösteriyordu. İlk bakışta fantastik bir masal gibi duran her detay, aslında herkesin hayatında bir yere dokunan, tanıdık bir hissin izlerini taşıyordu.
Çerçevesini tam olarak çizmek zor; hem büyülü hem tanıdık hem uzak hem de içimizde bir yerlerde saklı bir his. Ama işte o duygu, filmi yalnızca bir hikâye olmaktan çıkarıyor; sanki yıllardır duyduğumuz, bazen unuttuğumuz ama özlediğimiz bir şeyi yeniden hatırlatıyor. Ve o hatırlama hâliyle başlıyor asıl yolculuk.
Gerçek ile Hayalin Dansı

Big Fish, yalnızca bir biyografi değil; aynı zamanda gerçek ile hayal arasındaki sınırların nasıl bulanıklaşabileceğine dair büyüleyici bir anlatı. Edward Bloom’un anlattığı hikâyeler, kulağa inanılmaz gelse de, film boyunca bize şu soruyu tekrar tekrar sordurur: “Gerçek ne, neye inanmalıyım?” İşte bu noktada film, klasik anlatıdan ayrılıp masalsı bir dürüstlüğe evrilir. Edward’ın hikâyeleri doğru mu bilinmez, ama içindeki duygular, hakikatin ta kendisi gibidir.
Will Bloom (oğul) için bu hikâyeler, babasının ardına saklandığı birer yalandır. Gerçeği öğrenmek isteyen oğul, masalların içinde sıkışmış gibi hissettiği bir babaya karşı mesafeli ve sorgulayıcıdır. Ancak izleyici olarak biz, Edward’ın anlattıklarının “gerçekten” yaşanıp yaşanmadığından çok, neden bu şekilde anlatıldığını merak ederiz. Çünkü burada mesele, olayların doğruluğundan ziyade, onların nasıl hissedildiğiyle ilgilidir.
Edward Bloom’un devlerle dost olması, cadılarla göz göze gelmesi, sirk alanında aşkını bulması ya da kendi ölümünü önceden bilmesi; aslında onun dünyaya nasıl baktığının, kendini nasıl tanımladığının bir yansımasıdır. Masal burada bir kaçış değil; aksine hayatı anlamlandırma biçimidir. Anlatılanlar belki bire bir yaşanmamıştır, ama taşıdıkları hisler tamamen gerçektir. Ve belki de gerçek, yalnızca yaşananlar değil, anlatıldığında içtenlikle hissedilen şeylerdir.
Big Fish, bize gösteriyor ki, bazen gerçekle kurduğumuz bağ, hayal gücünün sağladığı alanla daha da derinleşebilir. Çünkü her hikâye, onu anlatanın kimliğinden bir parça taşır. Ve Edward Bloom’un hikâyeleri, hayatın sıradanlığını yırtıp geçerek, yaşamın büyüsünü yeniden hatırlatır.
Hikâye Anlatıcılığı Üzerine

Edward Bloom’un hikâyeleri yalnızca onun yaşamını değil, aynı zamanda onun kim olduğunu da anlatır. Bu noktada film, anlatının dönüştürücü gücünü ön plana çıkarır. Hikâye anlatıcılığı, Edward için bir tür var olma biçimidir. Anlattığı her olay, kendi yaşamına kattığı anlamlarla şekillenir. Will Bloom, babasını ancak bu anlatılarla yüzleştikçe tanımaya başlar. Çünkü Edward’ın kimliği, anlattığı hikâyelerde gizlidir.
Hikâyelerin doğası gereği abartılı ya da gerçek dışı olması, onları değersiz kılmaz. Aksine, hikâyelerin taşıdığı duygular ve verdiği mesajlar, onları evrensel ve zamansız kılar.
Bu filmi her izlediğimde, aklıma Sunay Akın geliyor. Onun da tıpkı Edward Bloom gibi, küçük bir ayrıntıdan yola çıkarak koca bir evren kurabilmesi, gerçekle düşü iç içe geçirerek anlatması, aynı duyguyu yeniden yaşatıyor bana. Edward Bloom’un hikâyelerinde olduğu gibi, Sunay Akın’ın anlattıklarında da esas olan yaşanmışlıktan çok, o yaşanmışlığa yüklenen anlam oluyor.
Ve burada da anmışken, Sunay Akın’dan 2013 yılında çıkmış olan, hikâye derlemeleri diyebileceğim Geyikli Park kitabını da öneri olarak bırakıyorum. Bu filmi sevenlerin seveceğini düşündüğüm bir eser.
Görsel Anlatımın Büyüsü

Big Fish, yalnızca anlattığı hikâyelerle değil, bu hikâyelerin nasıl anlatıldığıyla da etkileyici bir film. Tim Burton’ın kendine özgü sinematografik dili, bu filmde tüm hatlarıyla ve hayal gücüyle karşımıza çıkıyor. Gerçek ile hayalin iç içe geçtiği yapıyı sadece senaryo üzerinden değil, görsel dünya aracılığıyla da hissettiriyor.
Filmin iki farklı gerçeklik düzeyi arasında gidip gelmesi, renk paletiyle de açıkça ortaya konuyor. Edward Bloom’un anlattığı masalsı bölümler canlı, parlak ve rengârenk tonlarla sunulurken; Will’in bulunduğu “şimdi” zamanı daha soluk ve gerçekçi bir görsellikle anlatılıyor. Bu görsel ayrım, izleyicinin hangi düzlemde olduğunu fark etmesini kolaylaştırırken, hayal dünyasının çekiciliğini de vurguluyor.
Kurgu temposu ve sahne geçişleri de masalsı akışı destekler nitelikte. Özellikle dev karakteri, sirk sahneleri ve büyülü kasaba gibi bölümler, Burton sinemasının tipik “gerçeküstü ama duygusal” tarzını yansıtıyor. Bütün bu öğeler, izleyicide yalnızca bir hikâye izliyormuş hissi yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda o hikâyenin içine çekiyor.
Ayrıca filmin müzikleri ve ses tasarımı da bu görsel dünyanın tamamlayıcısı konumunda. Danny Elfman’ın müzikleri, filmin atmosferini büyüyle sarmalarken, Edward Bloom’un anlatımındaki duyguyu daha da derinleştiriyor. Görüntü yönetimiyle birleştiğinde ortaya çıkan tablo, sinema dili açısından oldukça güçlü ve karakteristik bir yapıya dönüşüyor.
Tim Burton’ın film üzerindeki etkisi sadece teknik tercihlerle sınırlı kalmıyor; aynı zamanda tema ve duygularla da bütünleşiyor. Yönetmenin imzası niteliğindeki “yumuşak gotik” atmosfer, Big Fish’in hem karanlık hem umut dolu dünyasını kusursuz bir şekilde yansıtıyor.
Anlama Giden Yol

Film, aynı zamanda kuşaklar arası çatışmayı da işler. Will ve Edward arasındaki mesafe, sadece iletişim kopukluğundan değil, aynı zamanda dünyaya bakış farkından kaynaklanır. Will somut gerçekleri, net cevapları ararken; Edward belirsizliği ve büyüyü tercih eder. Bu zıtlık, iki karakterin birbirini anlamasını zorlaştırır.
Ancak film ilerledikçe Will, babasının hikâyelerinin ardındaki anlamı görmeye başlar. Anlam arayışı, onu babasının iç dünyasına yaklaştırır. Ve filmin sonunda, Will’in kendi hikâyesini anlatmasıyla birlikte, babasını nihayet kendi dilinde anladığını hissederiz. İşte bu sahne, anlatı geleneğinin kuşaktan kuşağa nasıl aktarıldığını ve duygusal bağların bu anlatılar üzerinden nasıl güçlendiğini gözler önüne serer.
Gerçeğin Ötesinde Bir Gerçeklik

Big Fish, gerçekle hayalin birbirine karıştığı, ama bu karışımdan büyülü bir anlamın doğduğu bir anlatı. Film, bizi olayların doğruluğunu sorgulamaktan çok, onların taşıdığı duygulara odaklanmaya davet ediyor. Edward Bloom’un hikâyeleri, aslında hayatı daha katlanılır, daha anlamlı kılma çabasının bir ürünü.
Hikâyelerin gücü, yalnızca olanı değil, olması gerekeni de anlatabilmelerinde saklıdır. Ve belki de insan, kendi hayatını anlamlandırmak için hikâyelere ihtiyaç duyar. Tıpkı Edward Bloom gibi, hepimizin içinde anlatılmayı bekleyen bir masal vardır.
Bu yüzden hayat, anlatıldıkça güzelleşir; çünkü her hikâye, anlatıldıkça direnir, direndikçe var olur.
Var olanlara…