Uzun zamandır Marvel ve DC evreninden uzaklaşan biri olarak, bu evrenlerin gerçeklikten ve yetişkin tarafımıza hitap eden mesaj havasından uzaklaşmasını da bahane ederek yeni yapımlara mesafeli duruyordum. Bu yüzden filme, çıkışından neredeyse iki hafta sonra gittim. Ancak şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki: Bu filmi kesinlikle sinema perdesinde izlemenizi tavsiye ederim. Buna değer.

Film bana, Toby Maguire dönemindeki Spider-Man filmlerinde hissettiğim heyecanı yeniden yaşattı. Bu anlamda oldukça doyurucu ve tatlı bir film örneği sundu. Daha öncesinde izleyip inanılmaz yükselmediğim Zack Snyder’ın Superman filmlerinden oldukça farklı bir havada geçen bir yapım.
Sonunda bir origin öyküsü anlatılmadan, daha doğrusu bunu dramatize edip seyirciyi boğmadan, oldukça smooth bir geçişle hikâyeye doğrudan giriyor. Man of Steel’daki gibi kasvetli, yağmurlu ve karanlık bir anlatım yerine; daha renkli, yer yer retro bir renk paleti tercih edilmesi, filmi çekici kılan bir diğer nokta.

Her karakter uzun uzun anlatılmıyor; ancak buna rağmen çok kolay sevip içselleştirebiliyorsunuz. Biricik yengemiz Lois Lane bile çok derinlikli aktarılmasa da ilişkiye bakış açısı, kafası karışık hâliyle günümüz kadın profilini andırıyor.Giyimi ise çizgi romanlara atıfta bulunur şekilde ciddi, ancak gayet seyirciye geçen bir havadaydı. Karakterler derinlemesine işlenmese de biz derinlemesine inceleyebiliriz.
Ne kadar kasvetli bulsak da Zack Snyder’ın Superman’inde, “Henry Cavill bu rol için biçilmiş kaftan” dedirtecek kadar güçlü bir seçim vardı. Onun ardından, “no name” sayılabilecek David Corenswet’in bu rolü üstlenmesi büyük bir risk gibi görünse de, yükü tam da bir Superman gibi sırtlamış. Şahsen ben role çok yakıştırdım. Ancak bu etki, büyük oranda oyuncunun yeteneklerinden ziyade senaryo yazımının başarısından kaynaklı gibi hissettirdi bana.

Çünkü film başlar başlamaz konuya hâkimiz ve başrolümüz yenik bir durumda. Seyirci içeceğini açamadan günümüz Metropolis’inde süper kahramanların ülkeler arası politik durumlara dahi müdahale ettiği, bunun da düşmanlar yarattığı, şehrin ortasında bunların dövüştüğü ve kahramanımızın bu dövüşün ilk round’unu kaybettiğini kabul ediyoruz.Bu durumu biraz, kolluksuz ve simitsiz yüzme havuzuna atılan bebeklere benzetiyorum. Ama yüzme içgüdümüz olduğundan hiç boğulmuyoruz; hatta hemen adapte olup yüzmeyi başardıkça keyif almaya başlıyoruz.

Ayrıca Amerikan kültürünün özellikle son yıllarda içinde bulunduğu politik çelişkileri, militarist refleksleri ve “dünyayı kurtaran ülke” sendromunu perdeye taşıması dikkat çekici. Üstelik bunu doğrudan parmak sallayan bir üslupla değil, karakterlerin yaşadığı ikilemler üzerinden dolaylı ve cesur biçimde yapıyor.
Bir diğer konu ise Superman’imizin tam anlamıyla “süper” olmayışı. Az tecrübeli bir süper kahramanla karşı karşıyayız. Halktaki popülerliği yoğun; ancak hayatımızda sadece üç yıldır bulunan biri bu. Tüm amacı ve yaptığı tüm eylemler, yaşamın devamlılığı ve hayatın değeri üzerine kurulu. Bu yüzden çok vahşi bir güç kullanımı da yok. Naif ve kaba tabirle “saf” sayılabilecek biri. Bu da onu hata yapmaktan alıkonulamaz bir hâle sokuyor. Tam da sen gibi, ben gibi, arkadaşın, sevgilin gibi.
Superman başka bir gezegenden gelen bir uzaylı olmasına rağmen, insan olmanın tüm gerekliliklerini taşıyan biri. Belki de sevmemin yegâne sebebi budur.

İşte bu noktada, Superman o süper düşmanlarına karşı yardıma ihtiyaç duyuyor. Tam da bu anlarda, biz geek’lerin çizgi romanlardan çokça sevdiğini tahmin ettiğim Guy Gardner (Green Lantern) liderliğinde Justice Gang ortaya çıkıyor. Alaycı, kural tanımaz ve acımasız olan bu tayfa, üç benzemezden oluşuyor: Elinde bir gürzle, kanatlarıyla uçan Hawkgirl; adeta bir Mr. Robot zekasında, gayet cool görünümlü Mr. Terrific; ve yeşiller saçan yüzüğüyle, muhteşem(!) saç tasarımıyla Green Lantern’ımız. Belki de dedemizin bile ismine aşina olduğu bu süper kahramanların atası sayılan Superman’in, bu denli sulu bir ekibe ihtiyaç duyması – hatta kimi zaman onların onun kıçını kurtarıyor olması – Superman’e bizi daha da yakınlaştıran bir detay oluyor.

Gelirsek filmimizin kötüsüne… Superman’in en çarpıcı taraflarından biri, Lex Luthor karakterinin bu kez sadece klasik “kötü adam” olarak değil, günümüzün politik ve ekonomik elitlerini temsil eden çok katmanlı bir figür olarak sunulmasıydı. Lex artık yalnızca Superman’i fiziksel olarak tehdit eden bir dahi değil; onun varlığına tahammül edemeyen, onu içten içe kıskanan, bu kıskançlığı zekâsı ve sermayesiyle örgütleyen bir sembol.
Luthor’un planı sadece bireysel bir hesaplaşma değil. Filmde uydurma iki ülke üzerinden anlatılan savaş, çok açık biçimde İsrail-Filistin çatışmasına gönderme yapıyor. Burada “İsrail gibi lanse edilen” ülkenin savaşı kazanması durumunda, Luthor’un o toprak üzerinde kendini bir “kral” gibi ilan edecek olması bir tesadüf değil.

Bu sahneler, Batı’nın Orta Doğu üzerindeki sömürgeci bakışını, kaynak ve güç odaklı stratejik hamlelerini, hatta tek kişilik çıkar gruplarının savaşları nasıl yönettiğini çok iyi simgeliyor. Günümüz dünyasında Amerikan yapımı bir filmin bu şekilde bunu sahneye taşıyor olması gerçekten çok cesur bir tercih.
Lex Luthor karakteri, bir noktadan sonra doğrudan aklımıza Trump ve Elon Musk gibi figürleri getiriyor. Girişimcilik, medya gücü, teknolojik hâkimiyet, zekâ… hepsi var. Ama aynı zamanda, o kontrolsüz ego, tanrısallık saplantısı ve halkın duygularını manipüle etme becerisi de. Bu noktada film şunu net şekilde söylüyor: Kötülük artık sadece silahla, orduyla, zorla yapılmıyor. Kötülük, zekâ ve medya eliyle “kabul edilebilir” hâle getiriliyor.
Bu filmdeki Lex Luthor, kurgusal bir karakter olmanın ötesinde; çağımızın tüm politik, ekonomik ve teknolojik korkularının bir sentezi. O, kıskanç zekânın tehlikesi. O, kibirle şekillenmiş “ben yaparım çünkü yapabilirim” anlayışı. O, modern çağın sessiz ve hesaplı tiranı.

Bu yönüyle Luthor, belki de bu filmdeki en “gerçek” karakter. Çünkü dünyamızda onun gibi düşünen, onun gibi plan yapan, onun gibi insanların duygularını sömürüp kendi iktidarını kurmaya çalışan çok fazla insan var. O yüzden bu filmdeki Lex Luthor, sadece Superman’in düşmanı değil; hepimizin tanıdığı bir tehdit.

Superman’in belki de en beklenmedik ama en çok sevilen sürprizi, şüphesiz Krypto’ydu. Film boyunca karşımıza sadece “sevimli bir maskot” olarak çıkmakla kalmadı; aynı zamanda sahneleri taşıyan, dozunda esprisiyle tüm salonu güldüren, hatta bazı anlarda Superman’den rol çalan bir karaktere dönüştü.
Krypto’nun o tatlı saflığı, şapşallığı ve yer yer yaptığı “köpeksi” hareketler, filmin genel atmosferine çok iyi oturdu. Özellikle çok ciddi sahnelerin arasında çıkıp küçük ama yerinde bir dokunuş yapması, komediyi asla sulandırmadan dozunda bir mizah unsuru sağladı. Hani bazen filmlerde “komik karakter zorla eğlenceli yapılmış” hissi olur ya — işte Krypto tam tersi. Doğal, samimi, sahici bir eğlence kaynağıydı.

Filmin sonunda Supergirl’ün evrene dahil olması ve Krypto’nun onunla birlikte gösterilmesi ise tek kelimeyle harikaydı. Bu sahne, hem Krypto’nun artık sadece bu filme ait olmadığını, hem de bu evrenin ne kadar genişlemeye açık olduğunu çok net bir şekilde gösterdi.

Tüm bu unsurlar birleşince, Superman yalnızca iyi bir süper kahraman filmi değil, aynı zamanda evrenin yeniden ayağa kalktığının işareti oluyor benim için. Yeni çıkacak yapımların da bu çizgiyi devam ettirmesi hâlinde, benim gibi bu dünyalara uzaklaşan geek’lerin mesafesi hızla kapanabilir. Heyecanlanmamak elde değil.