Başlıktaki suali hemen cevaplandırayım. Her insan gibi, ben de yemek yerken bir dizi izleme ihtiyacı hissediyorum. Geçen günlerde –itiraf etmem gerek ki, dahiyane bir fikirle– uzun zamandır tekrar ziyaret etmek istediğim Futurama‘yı izlemekte karar kıldım. Arşivlerde bir yerlerde duruyordu, karıştırdım, buldum. Dağınık gitmeye başladım. Önce gözümü kapatıp bölüm seçerek ilerledim. Bir noktadan sonra klasikleri izlemek istedim.
O sırada yolum, üçüncü sezonun dördüncü bölümüyle kesişti işte. The Luck of the Fryrish. İlk seferi on yıl önce olmak üzere, onlarca kez izlemiştim bu bölümü. Açtım. Yemek bitti. Kısa bir süre sonra da bölüm bitti.
Ve ben kendimi on yıl sonra yine gözlerim dolarken buldum.
Bu yazıyı yazmamın tek bir sebebi var. Samimiyetle, tüm kalbimle, dünya üzerinde şu bölümü izlememiş kimse kalmasın istiyorum. Yapabilsem, aşağıya korsan dizi linki koyacak denli yüzsüzleşeceğim gerçekten. Yapamıyorum, ama malum arama komutlarını biliyorsunuz zaten. Tasvip etmem mümkün değil. Ama tasvip etmediğim şeyi yapmanızı can-ı gönülden destekliyorum. Çünkü Futurama‘nın bu bölümü, iki gözü, iki kulağı ve bir atan kalbi olan her insan tarafından izlenmeyi hak ediyor.
Futurama gelecekte geçen bir dizi. The Simpsons‘ın yaratıcısı Matt Groening’in, David X. Cohen ile birlikte geliştirdiği bir program. Komedi dizisi olduğunu iddia ediyor. Çoğu zaman, bu iddiasının arkasında duracak hareketleri var gerçekten de. Dizi her zaman yaratıcı ve zeki bir mizah yapmayı başarıyor. Özellikle başrollerini paylaşan Billy West (Fry, Profesör Farnsworth, Zoidberg), Katey Sagal (Leela) ve John DiMaggio (Bender) bu mizahın aktarılmasında korkunç başarılılar.
Ama bir yandan da böbreğinizin tam ortasına attığı yumruklar var işte. The Luck of the Fryrish’te yaptığı gibi. The Luck of the Fryrish, Fry’ın doğumuyla açıyor perdeyi. Daha ilk saniyeden, hem abisinin Fry’ı kıskanışını, hem de Fry’ın karakterini –dizide o dakikaya kadar gördüğünüz için çok tatlı bir aşinalık anıyla– çok kısa bir sahnede, çok efektif bir vaziyette veriyor. Peşinden gelen sahnelerin her biri, bir hikaye anlatım tekniği dersinde okutulabilecek düzeydeler.
Çünkü sonraki sahneler, çok emin ve kasti adımlarla sizi bir şey hissetmeye itiyor. 20 dakikalık çok kısa süre içerisinde, bölümün ortasına geldiğinizde çok gerçek bir abi-kardeş ilişkisi buluyorsunuz karşınızda. Ve Fry ile birlikte hareket ederken, karakterin hissettiği şeyler, o 10 dakikalık periyotta inanılmaz etkili bir biçimde anlatılıyor. Abisinin daha açılış sahnesinden belirlenen kıskançlığı, bölümün sizi yönlendirmesiyle Fry’a paralel şeyleri düşünmenizi sağlıyor.
Bölüm, böylelikle en sonunda, finalde sizi Fry ile göbekten bağlamış bir yere getiriyor. Bakın, ana karakteriyle ilgili böylesine net bir paralelliği kuramayan iki buçuk saatlik filmler var şu dünyada. Futurama’nın bu bölümü, bunu on beş dakikada yapıyor. Ve yapmasının, çok net bir sebebi var. Yapıyor, çünkü en sonunda, Fry’ın hissettiği şeyi sizin de hissetmenizi istiyor. En sonunda, Fry ile birlikte bir duygu boşalması yaşamanızı amaçlıyor.
O duygu boşalmasının neyi kapsadığını söyleyecek değilim. Tek altını çizmem gereken şey şu. Bu bölümü izlemeniz için, Futurama‘nın bundan önce yayınlanmış bölümlerini seyretmenize gerek yok. Futurama’yla ilgili, bu yazıda verilenlerin haricinde bir şey bilmenize gerek yok. Sadece izlemeniz yeterli. Çünkü The Luck of the Fryrish‘in yapabildiği şeyler, basitçe, bir hikaye anlatım başarısı. Fazlası yok. Derin alt metinleri, ıskalarsanız üzüleceğiniz göndermeleri yok. En naif hâliyle, en saf hâliyle bir hikaye var sadece.
Ve sizin bu hikayenin sonunda gözleriniz doluyor.
Gidin, izleyin. Temin ediyorum, pişman olmanız mümkün değil. İzledikten sonra da buraya gelin, beraber konuşalım her şeyi. Fry’ı, Yancy’i ve o muhteşem yedi yapraklı yonca dalını….