Televizyon dizilerindeki meslekler yazı dizimizin son yazısına hepiniz hoş geldiniz sevgili okuyucular. Ya da bu noktada size izleyiciler mi demeliyim? Sonuç olarak şuradan okuyabileceğiniz, bir cinayet mahali ile başlayan yazı dizimiz bizi önce adli tıpa, daha sonra ise mahkeme koridorlarına götürdü ve son olarak bugün katil uşağımızın cezasını çekeceği yere; hapishane köşelerine düşürdü. Bir dizi gibi başlayıp devam eden serimiz, bugün nihayete ermek üzere. O hâlde hiç vakit kaybetmeden gardiyanlarla beraber katil uşağımızın girdiği ceza evine biz de girelim ve neden hapishane dizilerini izlediğimizi, hep birlikte sorgulayalım.
Efendim, hapishaneler gibi pek de spesifik olmayan bir konu olunca ilk olarak hangi dizinin hapishaneleri bir mekân olarak kullandığını söylemek oldukça zor. Yine de sanıyorum ki hapishaneleri küçük bir sahne yerine bütün bir konsept olarak kullanan ilk dizi, 1965 yılında CBS ekranlarında yayınlanan Hogan’s Heroes adlı bir sitcom. Aslında tam olarak hapishane dizisi olarak da sayılmaz. İkinci Dünya Savaşı sırasında bir Nazi toplama kampında geçen dizimiz, bu kamptaki esirlerin komik kaçış maceralarını anlatıyor. Toplamda altı sezon boyunca devam eden seri, 1971 yılında son bulduğunda, arkasında tam olarak yüz altmış sekiz bölüm bırakıyor. Hapishane hatta toplama kampı gibi karanlık bir olgu ile komedi yapmayı başaran bu dizi, aslında, bir anlamda yazımızın da temelini oluşturuyor. Ama bunun için henüz erken.
Amerika’da Hogan Heroes, insanlara hapishanenin komik yüzünü gösterirken; kuzeni, İngiltere’de neredeyse aynı zamanlarda yayınlanmakta olan The Prisoner ise bilim kurgu çatısı altında, mahkûm hayatını anlatmaya başladı. Patrick McGoohan’ın yazdığı ve başrolünde oynadığı The Prisoner, bir grup özel ajanın, gizli bir adada numaralandırılarak hapis tutulmasını anlatıyor. Bir hapishane dizisinden beklediğimiz o parmaklıklar ve kapalı alanlar olmamasına karşın, istenmedikleri yerde tutulan bir grup insanın hikâyesini oldukça etkileyici veren bu yapım, daha sonra bir Iron Maiden şarkısında “Ben bir numara değilim, ben özgür bir insanım” sözüyle geçiyor. Yine de bizim istediğimiz şey tam olarak bu dizi de değil sanırım.
Takvimler 70’li yılları gösterdiğinde, televizyon dünyası kendisini birazcık daha rahat hissetmiş olacak ki artık yavaş yavaş hapishanelerin ciddi yüzünü göstermeye karar veriyor. Within These Walls ile başlayan hapishane dizileri, yavaş yavaş bugün bildiğimiz halleriyle daha ciddi, daha karanlık bir sektöre dönüşüyorlar. Bundan sonra zaten belki de dizi tarihindeki en bilindik eserler olan Oz, Prison Break gibi eserler çıkartarak hepimizin çok sevdiği bir kategoriye dönüşüyorlar. Artık şöyle güzel bir hapishane dizisi çıksa da izlesek diyoruz. Tamam da niye? Aslında bu sorunun yanıtını, bir önceki avukatlar yazımızda vermeye başlamıştık. Ama bu yazıda işler biraz daha kızışacak gibi.
Avukatlar yazımızda suçlu yargılanırken hepimizin iyi ya da kötü değerleri gözden geçirdiğini söylemiştik. Karşımızdaki suçlu bir banka soymuş, hırsızlık yapmış hatta bir insan öldürmüş bile olsa onun hayat hikâyesini dinledikçe, onunla empati kurmaya başlıyoruz. O durumda biz olsak, biz de aynı şeyi yapardık diyoruz. Belki de bunlardan hiçbirini yapmıyoruz ve hak ettiği cezayı çektiğini düşünüyoruz. Ama bütün bunlar, mahkeme salonu için geçerli oluyor. Ne zaman ki suçlumuz, işediği suçun cezası yüzünden hapishane hayatı yaşamaya başlıyor; işte o anda, bizim içimizdeki melekler ve şeytanlar daha da fazla gün yüzüne çıkıyor.
Bir insan evladının, ne yapmış olursa olsun, ceza çekmesi gerektiğini düşünmek ayrı bir şey; bu cezayı çekmesini izlemek ise apayrı bir şey. Avukatlar yazımızda, beraber yan yana oturduğumuz jüri üyelerimiz, yaptıklarının doğru bir şey olduğunu düşünerek uşağımızı suçlu buldular ve akşam evlerinde sıcacık yataklarında, vicdanları rahat bir şekilde uyumaya gittiler. Onlar için artık uşağın başına ne geldiği önemli değil. Ama bugün, katil uşakla beraber ceza evine gelen bizler için işler, ne yazık ki o kadar kolay değil. Bizim vicdanlarımızın işi henüz bitmedi.
Şimdi hiç lafı eğip bükmeden konuşacağım; hayatımda hiç hapishane görmedim. Umarım hiçbir zaman da görmem. Ama görmesem de özgürlüğümün kısıtlanmasından etimle kemiğimle korkuyorum. Hem de ne kadar özgür olduğum, kendi içimde küçük bir tartışma konusu iken. Bu yüzden birazdan söyleyeceklerim, size, ne söylediği hakkında hiçbir fikri olmayan bir insanın söyleyeceği şeyler gibi gelebilir ki öyleler zaten. Hapishaneler korkutucu yerler. Bu belki su ıslaktır demek gibi bir şey ama altını çizmekte de fayda var. Hapishaneler gerçekten çok ama çok korkutucu yerler.
Bunun birinci sebebi tabii ki insan özgürlüğünün kısıtlanması durumundan doğan bir korkutuculuk. Yani elinde olsa bütün hayatını evinden dışarı çıkmadan geçirecek biri olarak size söyleyebilirim ki birisi gelse ve dese “Bundan sonra bu evden asla çıkmayacaksın” bayağı bir mutsuz olurum. Çünkü daha önce evden çıkmamak benim kararımdı ve bundan mutluydum. Şimdi ise birisi benim bu kararı almamı kısıtlıyor ve bundan dolayı hiç mutlu değilim; olay en temelinde bu kadar basit. Şu yaşadığımız karantina günlerinde bunu çok daha iyi anladığımızı düşünüyorum zaten.
Öte yandan dizilerin, filmlerin, belgesellerin ve bizzat gerçeğin gösterdiği üzere, hapishanedeki tek kötülük, özgürlüğünüzün kısıtlanması değil. Her gün hem mahkûmları hizada tutmaya çalışan gardiyanların hem de diğer mahkûmların türlü türlü işkencelerine maruz kalan insanların hayatlarını izlemek, ister istemez bir şeyler uyandırıyor sizde. Burada kastım illa fiziksel işkence değil bu arada, psikolojik işkencenin çok daha büyük ve zalimce olduğunu söyleyebiliriz. Bu işkenceler sonucunda çözülen mahkûmlarımız, sonunda bir noktada dayanamıyor; ya çok güzel bir tirad atıyor ya da ağlıyor ve biz onların insan olduklarını hatırlıyoruz. Evet suçlular, evet olmaları gereken yerdeler ve evet, belki de çektikleri bütün zorlukları da sonuna kadar hak ediyorlar. Ama bir yandan da insanlar. Dedik ya bir insanın infaz kararını vermek ayrı şey, o insan infaz edilirken izlemek ise apayrı şey. Bu meseleyi biraz daha kurcalamak için sizi şu yazımıza alabiliriz.
Mahkûmlarımızın hayat hikâyelerini dinlemeye, hapishanede çektikleri acıya daha yakından şahit olmaya başladıkça artık eskisi kadar kesin kararlar veremiyoruz. Onların da aslında en az bizim kadar insan olduğunu fark ediyoruz. Hayatın yanlış tarafında dünyaya gelen, yanlış anne ve babaya sahip olan ve bugüne kadar hep yanlış kararlar veren insanları görüyoruz. Bu da bizi onlarla empati yapmaya zorluyor. Diziyi izlemeye başladığımızda nefret ettiğimiz katillerden hoşlanmaya başlıyoruz. Hapishaneden kaçması için neredeyse dua ediyoruz. Çünkü bir tarafımız artık onun düzeldiğine inanıyor. Tabi bir tarafımız bu. Diğer tarafımız ise bambaşka bir dünya.
Hapishane dizilerini izlerken her zaman yukarıda anlattığımız gibi dünyanın en anlayışlı insanları olmuyoruz. Bazen dizinin bir karakterden kasten nefret ettirmesi yüzünden bazen de tamamen kendi kişiliklerimiz dolayısıyla suçluların çok daha büyük acılar çekmesini istiyoruz. İçimizdeki cellatlar ortaya çıkıyor bir anda ve mahkûmun sandalyesine bir tekme de biz vurmak, ilmeğe bir düğüm de biz atmak istiyoruz. Bizim için yaşadığı hayat, ailesi, kararları zerre umurumuzda değil. Sadece ne yaptığına bakıyoruz ve gözyaşlarına aldırış etmeden infaz kararını gözümüzü kırpmadan veriyoruz.
Ama işte iki insan da biziz. Hem suçlu olduklarını bile bile katili kaçırmak için tünel kazmasına yardım eden de hem de ilmeğine sert düğüm atan biziz. Peki, bize ne oldu böyle? Nasıl oldu da bu kadar duygularımızı uçlarda yaşamaya başladık? İçimizden iki farklı insan çıkmasına neden olan şey ne? Hâlbuki bir önceki yazımızda avukatlarla birlikte, mahkeme salonunda ne kadar da sakin kafayla etik değerlerimizi yargılıyorduk. Bir anda ne değişti de etik değerlerimizi tartışmayı bir kenara bırakıpp, kişiliklerimizin en güneş görmeyen köşelerinde sakladığımız içgüdülerimizle hareket etmeye başladık? Bunun cevabı çok basit: Mahkeme salonundan çıkıp hapishane kapısından adımımızı attığımız andan beri.
Aslında hapishaneye girdiğimizden beri bu insanlara üstten bakmaya başladık. Onların hayatlarının bizimkilerden daha değersiz gördük durduk. Bu yüzden özgürleri kısıtlanan bu insanlara karşı melek ya da şeytan rolü oynamayı kendimizde hak gördük. Bazılarımız onlara yardım eli uzatırken geri kalanlarımız mezarlarını kazdı. Ama her iki durumda da kendimizde daha önce hiç bilmediğimiz duygular keşfettik ve aslında dönüştüğümüz insanlara da çok şaşırdık. Sonuç olarak ise bu duyguların bizde yarattığı duyguları bir kez daha tatmak için tekrar tekrar hapishane dizilerini açıp izledik.
Efendim biz bunları anlatırken katil uşağımız birkaç çete üyesinden dayak yedi, yüzüne dövme yaptırdı, çeteye katıldı, hayat hikâyesini anlattı ve ağladı. Ben de böylelikle onun yarattığı cinayet mahalinden buraya kadar uzun bir yolculuğu kat ettim ve yanına oturup bir çay ısmarladım. Sonra da ona aslında suçsuz olduğunu, adamı kendisinin öldürmediğini, sırf bir yazı dizisi uğruna bir cinayet işlenmesi gerektiğini ve bu cinayetin en büyük kurbanının kendisi olduğunu itiraf ettim. Son olarak Ferhat Şensoy ve Rasim Öztekin’in başrollerinde oynadığı filmden bir replik söyledim ve yanından ayrıldım: “Pardon.”