Günlerden Cuma. Saat olmuş sekiz. İşin yorgunluğunu yavaş yavaş üzerinizden atıyorsunuz. Belki sevdiceğiniz var yanınızda, belki panpalarınız. Bir film izliyorsunuz. IMDB‘ye mi gireceksiniz şimdi? O kadar tartışma çıkacak, “Ya ben sevmiyorum böyle filmleri” denecek, puanlar kıyaslanacak. Ne gerek var? Buyrun biz buradan size film önerimizi yapalım. Bol alegorili, ahlak üstüne konuşan, günahkar bir film alır mıyız?

The Devil’s Advocate, ya da Türkçe ismiyle Şeytanın Avukatı, 1997 yapımlı bir film. Senaryosunu şimdilerde Bourne filmleriyle ünlenen, Michael Clayton ile Oscar adayı olmuş Tony Gilroy ile Jonathan Lemkin beraber yazmışlar. Filmin yönetmeni de Taylor Hackford. Ne Gilroy, ne Lemkin, ne de Hackford’ın kariyerlerinde buna benzer bir film yapmışlıkları yok. Aslına bakarsanız, sinema tarihinde kimsenin buna benzer bir film yapmışlığı yok..

Şimdi bir şeyi kenara koyalım. Az önce filmi tanıtmaya senaryoya başladım, ama filmin sırtını dayadığı yer orası değil. Filmin hikayesi çok ilginç olsa da senaryo bazı yerlerde kopup kendi başına hareket etmeye başlayabiliyor. İzlerken ekrana yabancılaştığınız birkaç an garanti olacak. Bazen fazla dağınık, bazen ise fazla derli toplu oluyor. Bütün bunların içerisinde her şeyi mantıklı kılan, filmin sonunda sizi bir gülümsemeyle uğurlayacak olan şey filmin oyunculukları.

devilsadvocate

Artık malumun ilanı, farkındayım ama Al Pacino inanılmaz oynuyor film boyunca. Elleri kolları havada uçuşuyor, gözleri fıldır fıldır dönüyor, ses desibeli bir saniye bile aynı kalmıyor. Çok acayip, çok farklı bir performans türü. Bir aktör sizi ağladığına, paramparça olduğuna, öfkeden kudurduğuna inandırabilir. Ama Pacino’yu izlerken bu adamın gerçekten abartılı ve teatral olduğuna inanıyorsunuz, yani normalde karşımdaki karakterin gerçekliğinden şüphe etmenizi sağlayacak şeyler, Pacino‘nun zanaatiyle karaktere inanmamı sağlayan şeylere dönüşüyorlar. Ben de filmin sonunda çenemi yerden toplayabiliyorum ancak.

Charlize Theron da gayet iyi, ama Keanu Reeves’e ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Bu adama lütfen Shakespeare rolleri vermeyin. Bu adam, insan duygularını oluşturan milyarlık spektrumun sadece bir kısmını iyi verebiliyor, ölümle tehdit etsen dahi başka hiçbir hissi yansıtma kabiliyetine sahip değil. O yansıttığı kısmı bulun, o tip roller verin. Ben size söyleyeyim: Donukluk, kopukluk. Keanu Reeves’in bu modu, ona üç filmde çok iyi hizmet etti. A Scanner Darkly‘nin distopik, bağımlı dünyasında, The Matrix‘in yapay, sanal dünyasında ve burada, Devil’s Advocate‘ta, şeytanın yanı başında. Reeves’in uzak bakışları, bir şekilde filmin tonunu iyi tutturuyor. Reeves tencereyse, Devil’s Advocate onun kapağı buluşudur uzun lafın kısası.

Devils-Advocate

Bu üçlü iyi olunca, senaryonun tökezleri esip geçiyor, siz filmin alegorisine takılıyorsunuz. Film tamamen nefis üzerine. Nefsine hakim olamama, baştan çıkarılma hikayesi bu. Filmin derdinin gerçekten Şeytan ve Tanrı’nın edebi savaşı olduğunu sanmıyorum. Bence film, Pacino’nun son düzlükte bağırdığı gibi, içgüdü üzerine düşünüyor. Dürtüler, o iç ses. Nefis. Filmin dehası bunu sadece “Buyrun nefse hakim olamamak böyle bir şey” diyip bırakıyor olmayışı. Devil’s Advocate sizi de yolun başında kapıyor ve en sonunda, sizin de nefsinizi sınıyor. Keanu Reeves’in donukluğu işte burada faydalı hâlde. Reeves boş bir tuval şeklinde yürüdükçe siz kendinizi yansıtıyorsunuz. Siz bırakıp gidebilir miydiniz size şan, şöhret, para getirecek davayı? Siz kendinize hakim olabilir miydiniz o masanın başında duran çıplak kadına karşı?

Şimdi oturduğun yerden durabilirsin belki, ama tüm hepsinin sonunda, kelebek kanadını ilk çırptığı anda durdurmadıktan sonra da nefsine hakim olabilir miydin? Bence Devil’s Advocate üzerine kafa patlattığı sınamalardan biri olmayı fersah fersah başarıyor. İzlerken kafa biraz da Star Wars‘a gidiyor ister istemez. Star Wars’ın ana teması da bu değil miydi? Nefsine, dürtülerine yenik düşmek? Devil’s Advocate’ı da, Star Wars filmlerini de izlemiş biriyseniz düşüneceğiniz şey çok belli: Anakin Skywalker‘ın hikayesi de böyle anlatılmalıydı. Aynen Lomax, Christabella karşısında soyunurken kendini tutamadığında bu bize mantıklı geliyorsa, hatta Al Pacino “Kim için taşıyorsun o çuval dolusu tuğlayı?” diye sorduğunda, biz de kendimize “Gerçekten, kim için?” diye soruyorsak, Anakin Mace Windu’nun kolunu kestiğinde de aynı şeyleri tartmalıydık.

Prequel üçlemenin günahlarına girersek, çıkamayacağımızı biliyorum, o yüzden meselenin özüne geliyorum. The Devil’s Advocate, Cuma gecenize izleyecek film arıyorsanız, sizi bekliyor. Biraz kafa yoruyor, aileyle de kesinlikle izlenmiyor (tecrübeyle sabittir), ama görsel dili, senaryosunun ağırlığını dağıtınca ortaya hem keyifli hem de film sonunda kendinizi kirli hissetmenize sebep olmayacak bir seyir çıkıyor. İzlenir, izlettirilir.

Author

Yalnız olduğunu düşünen, ama bunun uzun sürmeyeceğini bilen bir adam. Bir gün Kaliforniya'nın yeşillikleri uğruna Arizona'daki evini terk edip gitti, geri dön çağrılarına da kulak vermiyor.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.