Dizi izlemek insanın ihtiyacı. Bunu yadırgamanın ya da yadsımanın bir anlamı yok. Nasıl hepimizin hayatta bir takım romantik ilişkilere, bir takım arkadaşlık ilişkilerine, bir takım ailevi ilişkilere ihtiyacı varsa; tutkulu ve doyurucu bir dizi ilişkisine de o şekil bir gereksinimi var. Çünkü hepimiz çok küçük yaşlardan itibaren biri bize uzun uzun hikaye anlatsın, olabildiğince de uzun süre anlatsın istiyoruz. Çocukken annemizin, ninemizin her gece bize masal anlatmasını istettiren dürtünün aynısı işte.
Bu dizi izleme ihtiyacı herkeste var. Herkeste olduğunu da herkes biliyor. Herkesin sevdiği şeyleri herkesle ortak paylaşma eğilimi de var, bu da herkesçe kabul görüyor. Bütün bunlar birleşince de ortaya çıkan şeye de fenomen dizi diyoruz. Herkesin izleyip birbirine anlattığı, birbirine anlatıp izlediği traktör dizileri düşünün, onlar.
Bir zamanlar Lost dizilerin en yüksek bu tahtında oturuyordu. Sonra Breaking Bad çıktı. The Walking Dead geldi. Geçen yazı da Rick and Morty ve elbette Game of Thrones birlikte kapattılar. Şimdi biliyoruz ki Game of Thrones bitecek. Rick and Morty hiçbir sene kışı geçirmemize yetecek kadar bölüm çıkartmayacak. Walking Dead de bozalı çok oldu. Herkesin aklında da bu yüzden aynı soru.
Peki biz neye saracağız?
Bu sorunun cevabı olmak isteyen diziler bir bir meydanda boy göstermeye başladılar, bir çoğu da uzun bir yolun uzağında duruyor ve hızla yaklaşıyorlar. Amazon’un parayı basıp yaptıracağı Lord of the Rings dizisi bizi ihya eder mi, Stranger Things bir seviye daha atlar mı, Handmaid’s Tale‘den bunu beklemek insafsızlık mı sabaha kadar konuşabiliriz, ama öte yandan bu konuşmaya bir noktasında Altered Carbon‘ı dahil etmezsek de hiçbir şeye varamayız. Çünkü kitabını okuyup, dizisini izleyip, başrol oyuncularıyla laflamış bir bedenden sesleniyor ve bildiriyorum size: Bu hikayede özel bir şey var!
Türkçe’si yakında çıkmış Richard K. Morgan imzalı cyberpunk-noir kırması Altered Carbon‘ın, Netflix desteği ve arzusuyla kara ekrana taşınacağını daha önce keyifle duyurmuştuk sizlere. O zaman o haberi girerken, sonrasında oluşan heyecana şaşırdığımı hatırlıyorum. Çok da üstüme alamamıştım bu oluşan heyecanı; yani yazının başlığı ya da içeriği değildi dikkati çeken. Dizinin ve evrenin kendisiydi. Burada özel bir şey vardı.
Sonra ön gösterimi geldi bize, sağ olsun Netflix üzerinden. Oturup izlemeye başladım. Yine şaşırdığımı fark ettim. Dizide eksikler vardı. Sayıca da gözle görülebilir orandalardı. Dizi gerçekten de iki farklı dinamik üzerine kurulmuştu, bir tarafta parlayan neon tabelalar ve ahlaki olarak çökmüş fütüristik sokaklar duruyordu, onların içinden geçen adam da kendi kendine dış ses olup tehlikeli kadınlar ve acımasız adamlar arasında yolunu bulmaya çalışıyordu. Bu iki dinamiğin dengesini tam tutturamıyordu dizi, bazen çuvallıyordu. Dedektiflik kısımları çok ön plana çıkınca hissettiğiniz dünya küçülüyor, cyberpunk sosu kabarınca da konu unutuluyordu.
Bu denge oyununa hiç yardımı dokunmayan bir başka şey de karakterlerin birbirleriyle kimyalarının sapla saman kıvamında olmasıydı şüphesiz. Herkes maşallah, yarın yokmuş gibi rol kesmiş ama kimse birbirinin gözünün içine bakmıyor yani repliklerini okurken. Hisseden çok ama karşılıklı hissettiren az. Senaryonun da kimseye yararı yok, çünkü karakterizasyon da problemli. Bu otomatikman dizinin dedektiflik yönünü de hadım eden bir faktör üstelik. Bugüne bugün üç sezon Broadchurch izledik, iyi karakterizasyonun bir “Kim yaptı?” hikayesine katkısının ne olduğunu da görmüşlüğümüz var şüphesiz.
Aa, ama… ben dört bölüm üst üste izlemişim bir anda?
Evet böyle olmuş. Oldu yani. Dört bölüm üst üste izlemem yetmezmiş gibi, bir de tutup kitabını okudum. İlk sayfaları gelmişti önüme, hatırlıyorum. Tiksinerek de bakmıştım. Bu da gerçek. Bir noktada Morgan, bir karakterin diğer karakterin kafasını kırmasını “hindistan cevizi gibi” diyerek betimliyordu çünkü. Tam da orasına tiksinerek baktım. Çünkü kendine saygısı olan hiçbir yazar benim kitabımda hindistan ceviziyle şiddet betimleyemezdi, betimleyecekse de benden saygı bekleyemezdi. Zaten çok Mary Sue’ydu karakter, pek çok bilim-kurgu / fantezi edebiyat kahramanının olduğu gibi.
Ve fakat… seksen sayfa okumuşum birader otobüste giderken? Allah Allah?
E nasıl oldu bunlar? Ben bakıyorum dizisine, “Yav” diyorum, “Karakterizasyon rererö, Ortega çok şey“. Kitabına bakıyorum, hakir görüyor eziyorum. “Dili eksik, derinliği düşük” gibi iddialarım var. Ama bir yandan da izliyor ve okuyorum. Niye böyle oluyor bu?
Çünkü özel bir şeyler var.
Şöyle oldu. Netflix sağ olsun, bizi Altered Carbon’un oyuncularıyla röportaj yapmak için Paris’e davet etti. Takeshi Kovacs rolünü oynayan Joel Kinnaman, Laurens Bancroft‘u oynayan James Purefoy ve Quellcrist Falconer‘ı oynayan Renée Elise Goldberry iştirak edecekti. Biz de kendileriyle röportaj yapacaktık. Geekyapar’ın Avrupa şubesi olarak ben iştirak ettim. Gittim, bütün basın mensupları olarak bizi bir odaya topladılar. Herkes kendi arasında soracağı soruları tartışıyor. Joel Kinnaman’a mutlaka Suicide Squad 2 sorulacak. Birisi Goldberry’ye şarkı mı söyletsem diye düşünüyor, berisi beş dakikaya kaç soru sıkıştırırım derdinde.
Ben de o esnada şunu düşünüyorum: Kovacs‘e kızıyorlar ya bir yerde sigara içtiği için, o da dönüp ‘Ben bilmem, normalde hiç sevmem bu mereti ama beni sapına kadar nikotin bağımlısı bir bedene yüklemişsiniz” diyor. Bu, Kovacs’in karakterini etkileyen bir unsur diyebilir miyiz? Eğer öyleyse, bilinçler beden değiştirdiklerinde, o bedenin özelliklerini de yüklenip alıyorlar mı? Sonra bir sonraki bedene de götürüyorlar mı? Acaba Joel Kinnaman bu konu üzerine düşünmüş müdür?
Sordum. Düşünmüş. “Senaryoyu okuduktan sonra, lüzum yoktu ama” diyor, “Hazırlık amacıyla nörobilim üzerine araştırma yaptım. Bedensel değişikliklerin bilince ve kişiliğe etkisi çok enteresan“.
Sonra çıkıp James Purefoy ve Renée Goldberry’yle konuşuyorum. Bilinçlerini alıp, başka bir bedene aktarırlar mı; merak ediyorum. Purefoy “Ya soruyorlar çok, ben de hakikaten düşünüyorum, gerçekten bilemiyorum. Bancroft üç yüz yıllık hayatında o kadar zenginliğe rağmen sadece bir kez beden değiştirmiş, yani o yüzden belki de insanın eğilimi olduğu yerde kalmak mı acaba?” diyor. Ben de “Lan harbiden” diyorum içimden ama, İngiliz beyefendisi Purefoy’u yabancılaştırmamak için dışımdan “Oh right” çıkıyor.
Ama, lan harbiden ya!
Altered Carbon bunları bana ve içinde nefes almakla yükümlü oyunculara düşündürtüyor, çünkü çok temel tek bir teknolojik inovasyon üzerinden ilerliyor: İnsan bilincini küçük bir çipte saklayabilmek. Bu kadar. Bütün evrenin bütün diğer teknolojileri bu inovasyonun üstüne kuruluyor. O çipi bedenden bedene aktarabiliyorsunuz. O çipin içindeki bilgilerin yedeğini alabiliyor ve depoda tutabiliyorsunuz.
Biz bu teknolojiyle dizinin başında Kore kökenli aktör Will Yun Lee‘nin bedeninde ölüp, İsveçli Joel Kinnaman‘ın bedeninde tekrar uyanan Takeshi Kovacs aracılığıyla tanışıyoruz. Kovacs’ın bilinci üç yüz sene boyunca hapishanede, depoda tutulmuş. Uyandırılmasının emri büyük yerden geliyor. Laurens Bancroft isimli zengin bir para babası, Kovacs’in özel yeteneklerine bir cinayeti çözmesi için ihtiyaç duyuyor. Çözülmesi gereken cinayet de bizzat Bancroft’un kendi cinayeti.
Bancroft, bilincinin 48 saatlik düzenli yedekleme süresinin dolmasından on dakika önce öldürülüyor. Öldüren her kimse, Bancroft’un bilincinin uyduda muhafaza edilen yedeğini de uzaktan hacklemeye, yani Bancroft’u gerçekten öldürmeye kast ediyor. Cinayeti işleyen silah Bancroft’un parmak izine kodlu. Kodaman Bancroft öldüğünde de kendi evinde, güvenlikli bir odada. Ölmeden önce Osaka’da onun adına hazırda tutulan klon bedenine bilinç seyahati yapıp, bir iş bağlayıp geri gelmiş. Fakat yedeğe yetişmediği için ne o Osaka seyahatini hatırlıyor, ne de kendisini kimin öldürdüğünü. Polis intihar diyor. Bancroft inanmıyor.
Dizi de, kitap da bu adımla başlıyor. Her noktada, insan bilincini küçük bir çipte saklayabilmek teknolojisinin düşündüğü ve düşündürttüğü her şeyi konuya dahil ederek de genişliyorlar. Bu teknolojinin karşısında değişen tüm toplumsal alışkanlıklar; dini inançlardan adli sisteme kadar ince ince ele alınıyorlar. Hikaye her istikametten bu teknolojiyi deşerken, siz de ister istemez üstüne düşünürken buluyorsunuz kendinizi. Yetmiyor, her iyi hikaye gibi Altered Carbon da bu teknolojinin yarattığı değişiklikler toplumsal açıdan ele aldığı için günümüz üstüne bir şeyler söylüyor.
İşte bu hikayeyi özel yapan şeyin özü bu.
Gerçekten bu sayfalarda buluşan herkese bu sebepten iç rahatlğıyla öneriyorum Altered Carbon’ı. İsterseniz İthaki’den çıkmış kitabını okuyun, isterseniz 2 Şubat günü Netflix’ten tekmili birden yayınlanacak ilk sezonu izleyin: Altered Carbon geek insanın ruhunu okşayan tipte o nadir işlerden biri. Kusurları ve kabahatleri kesinlikle gözünüze batacak, başyapıt olmadığını saniye kaybetmeden anlayacaksınız. Ama hikayeyi keşfetmek, dünyanın görmediğiniz ve bilmediğiniz kısımları üzerinde kafa patlatmak da muhteşem keyifli gelecek ve kendinizi içine dalmaktan alıkoyamayacaksınız.
Zaten bir geek için daha kıymetli başka bir şey de olamaz, değil mi?