Neyin Nesi Kimin Fesi? – Essie MacGowan
Sanırım bölümü izlerken çoğumuzun aklına takılan en büyük sorulardan biri bu olmuştur. Laura Moon’u canlandıran Emily Browning’in, bir kez daha ana kurgudan sapıp yan hikayeye odaklanan bir bölümü sırtlaması ve de Essie MacGowan denilen bir karaktere hayat vermesi, yanılmıyorsam bu soru işaretini oluşturan en önemli etken. O halde bir netliğe kavuşturalım bu durumu: Kimdir Essie MacGowan?
Essie MacGowan, kitaptaki hali birazcık değiştirilerek kullanılmış bir karakter. Gaiman’ın eserinde Tregowan soyadına sahip olan Essie, aslında İngiltere’nin güneybatısındaki Cornwall’dan geliyor. Hatta İngiltere’nin direkt en uç noktası Cornwall; tam bir ada olan İrlanda ile aralarında da kilometrelerce uzanan bir deniz mevcut. Fakat iki yerin de mitolojileri aynı Keltik kökeni paylaştıkları için, senaristler bu karakteri Mad Sweeney’in hikayesine uyarlamaktan hiç çekinmemişler.
Essie MacGowan şu anda dizide gördüğümüz en inanç sahibi karakterlerden biri bana kalırsa. İnandığı şeye gönülden bağlı olan bir diğer karakterimizi de Salim olarak anımsatırsam, sanırım ne demeye çalıştığımı çok net anlarsınız. Günün beş vakti ibadetini gerçekleştiren bir adamın yanı sıra, her gün inancına yönelik kendince bir ibadet gerçekleştiren Essie de bu unvanı kazanıyor gözümde. Günün sonunda leprikonlar için bir miktar yemek ve içecek bırakan Essie, bütün bu değerleri büyükannesinden alıyor işin aslına bakarsanız. Hikayenin anlatılmaya başladığı ilk sahnede yaşlı kadının anlattığı şeyler de, leprikonlara neden hediye bırakmaları gerektiğini -bir başka değişle adak adamaları– açıklıyordu yeterince. Zaten bu öğreti ile büyümüş olan Essie MacGowan, adadığı adakların da karşılığını alıyor. Fakat yine de, dizide de bizzat Bay Ibis tarafından anlatılan kısımlarda yer alan “Kutsamalar ne kadar çok olursa, dua etmeyi o kadar unutuyor insan.” cümlesi de, bu kızıl saçlı kızın neden hiç olmadık zamanlarda başının derde girdiğini açıklıyor.
Bütün bu inanç olayı bir kenara bırakırsak asıl kafa karışıklığı yaratan Essie MacGowan unsuruna gelebiliriz sanırım: Neden Emily Browning oynuyor? Ne gibi bir amaç var? Bunun cevabı için sizlere, senaristlerle yapılan röportajlardan birini öne süreceğim ilk olarak. Adamlar yedinci bölümün senaryosunu yazarken oturup düşünmüşler ve kendi aralarında “Abi aslında Emily Browning bu role güzel giderdi ha.” gibisinden konuşmuşlar. Sonrasında da Browning ablamız gelip “Hala birini bulamadınız mı oynayacak? Yani ben oynasam şahane olur mesela, ne dersiniz?” diye onların bu hummalı çalışmasını bölünce, iş kökünden çözülüvermiş. Olayın aslı bu yani, hiçbir gönderme olmadan, dümdüz anlamıyla hem de. Ama ben yine de sizi, düşündüğüm bir-iki farklı anlamı anlatmadan bırakmayacağım. Hah, yandınız!
O röportaja denk gelmeden önce oturup sahiden de neden Emily Browning oynamış bu kızı diye düşündüm, evet. Aklımda yer eden sonuçlardan birisi; Bay Ibis’in Essie’yi düşünürken daha önceden de karşılaşmış olduğu Laura’yı anımsadığı için böyle bir betimleme tekniği seçmesi; dolayısıyla bunu bizlere anlatabilmek için dizi senaristlerinin Laura ile aynı görünüşteki aktristi oynatması oldu. Şöyle ki, Bay Ibis yazmaya başladığı sırada Mad Sweeney’in flashback sahnelerinden birini izliyoruz ve “Essie MacGowan” isimli bir kadını sorduğunu görüyoruz. Bundan sonra birkaç saniye duraksayan Bay Ibis “Aklıma Essie MacGowan’ın hayatı geldi.” tarzında bir cümle ile bütün bir bölümü domine edecek olan minik kızın hikayesine giriş yapıyor. İşte tam da bu anlattıklarım, başlangıçta büyük çoğunlukla Mad Sweeney’in hikayesine odaklanacağını sandığımız devamlılığı, Laura’ya benzediğini düşündüğümüz Essie’ye yöneltiyor. Kitaptaki kızın betimlemesi ile dizideki kızın görünüşü küçük farklılıklara sahip olsa da, dizide değişecek şeyler olduğunu söyleyen Gaiman’ın tercihidir diye düşünüyorum.
Tabii bu “Bay Ibis, Essie’yi Laura’ya benzetti” olayının bir de bölüm bitmeden düşündüğüm bir değişik versiyonu var. En basit anlamıyla Mad Sweeney de Laura’yı biricik Essie MacGowan’ına benzetiyor olabilirdi. Hatta bir ara bu şanslı para olayının, zamanında Essie’den aldığı bir altın olduğunu bile düşündüm, ne yalan söyleyeyim. Uzak bir ihtimal olduğuna karar verip vazgeçtim ve bizim leprikonun Laura’ya neden hala merhametli davrandığı konusunda yalnızca bu benzerlik üzerinden bir bağlantı kurabildim.
Eh hep birilerinin benzetmesi dışında bir de başka bir düşünce daha var, ki bu konuda yalnız da değilmişim: Essie MacGowan, Laura Moon’un atalarından olabilir. Yalnız değilim diyorum, çünkü leprikon ve Bay Ibis ihtimali dışında şu bahsettiğim olay daha çok kişinin aklına yattığı için bir tık daha muhtemel geliyor kulağa. Bu konuda internette de birçok yorum okudum ve diziyi izleyenlerin çoğu Laura’nın, Essie’nin soyundan geliyor olabileceğini belirtmişler. Bu nedenden ötürü de Emily Browning’in oynuyor oluşu, senaristlerin kasti bir hareketiymiş. Hatta Essie’nin büyükannesi ile yine Essie’nin yaşlılığını canlandıran aktristin dahi aynı olması, bu “soy” muhabbetini güçlendiriyor bence. Bu ihtimallerin hepsini ne kadar düşünerek Browning’e verdiler rolü emin değilim tabii. Röportajlarında belirttiklerine bakılırsa pek de kafa yormamışlar, ne dersiniz?
İrlanda Mitolojisine Giriş – Leprikonluk Felsefesi!
Her ne kadar hikaye daha çok Essie üzerinde yoğunlaşmış olsa da, asıl anlatım amacının meyve verdiği leprikonun geçmişi de bir hayli ilgi çekiciydi. İrlanda mitolojisine dair birtakım ekstra detay öğrenmemiz de cabası!
Önce minik olanları aradan çıkaralım ve bölüm boyunca duyduğumuz bazı kısa kavramları açıklamış olalım. Essie ve büyükannesi denize karşı otururken biçim değiştiren púcalar ve Aos Si kavramlarından bahsetmişlerdi mesela. Aos Si, İrlanda ve İskoç mitolojilerinde yer almakta. Periler ve elfler gibi birçok olağanüstü yaratığa verilen bir isim kendisi. Bu terim, İrlanda dilinde “höyükte yaşayan ırk” anlamına gelmekteymiş aynı zamanda.
Bunun yanında púca olarak bahsedilen yaratıklar da, leprikonlar gibi bu Aos Si halkından sayılıyor. İrlanda dilinde hayalet anlamına gelen bu terim, aslında talih ile yakından alakalı. Leprikonların “iyi şans” kavramının aksine púcalar, sadece iyi değil aynı zamanda kötü şansı da temsil etmeleriyle ünlüdürler. Kara ya da deniz fark etmeden, halka yardım ettikleri söylenir. Yaşlı kadın, denizci babasını bekleyen torununu rahatlatmak için anlattığı bu detaylara rağmen leprikonların çok daha inatçı olduğu konusunda fazla ısrarcı yine de. E siz en baştan hor görmüşsünüz bu ırkı!
Bu minik detay bilgileri geçersek, bölümle bağlantımıza dönebiliriz. Mad Sweeney aslında Bay Wednesday’in pis işlerini yapan biriymiş aslen. Laura’nın asıl ölümüne sebebiyet veren araba kazasında da kendisinin parmağı varmış. Bu bölümde gördüğümüz yeni kazanın sebebini de yol kenarından fırlayan tavşan (ki kadroda adı geçmesine rağmen hala göremediğimiz Easter [Paskalya] muhtemelen) ile bizim leprikonun bir işbirliği olabileceğini düşünüyorum.
Kazadan sonra eski İrlanda dilinde söylediği cümleler de bizi bir soruya yöneltiyor: Neden Wednesday’e güvenmemek konusunda Laura’yı uyarırken, hala onun pis işlerini yapmaya devam ediyor? Önce cümlenin çevirisini vereyim:
“Senin saçmalıklarına yeterince inanmadım mı? Yeterince acı çekmedim mi? Bu kadarı yetmez mi? Ben kötü biri değilim! Değilim işte!”
Laura’ya karşı garip merhameti sırasında bu cümleyi sarf etmişti leprikon. Tabii bunu sorgulamasına rağmen, aslında bölümün içinde kendi kendine cevap vermişti: Bir savaş borcu var. Bu savaş borcu da, Mad Sweeney’nin asıl kimliğini bulmamızda yardımcı olan en büyük etken. Hatta “kral” olduğundan bahsederken yalan ya da metaforik bir şeyler de söylemiyordu; adam harbiden de kraldı.
Mad Sweeney, araştırdığınız zaman karşınıza bir takma isim olarak çıkıyorsa doğru yoldasınız demektir. Bu isim, kuzeydoğu İrlanda’nın orta çağ zamanlarında Suibhne mac Colmain adındaki kralından geliyor. Aziz Ronan’ın laneti nedeniyle çıldıran kralımız, Moira Savaşı’nı yarıda bırakmak zorunda kalıyor. Ama bu sayede de Mad Sweeney lakabını (İrlanda dilinde “Buile Suibhne” [The Madness of Suibhne] olarak geçer) üstlenmiş olur ve M.S 600 yılında da yaşamını yitirir. Yani bizim leprikonun anlattığı o savaş hikayesi, gerçek tarihten alınmaymış. Bu yarıda bıraktığı savaş meselesi ve Wednesday’e gönülsüzce de olsa yardım etmesinin sebebini açıklıyor: Kendi savaşını tamamlayamamış olmanın verdiği utanç duygusu.
Her ne kadar Laura’nın ölümünde parmağı olsa da (şimdi Laura da çok sütten çıkma ak kaşık değil hani), Mad Sweeney’i tam bir kötü gözüyle göremiyorum. Her şeye rağmen merhametini ve o çok kıymetli parasını tekrardan Laura’ya verme inceliği göstermesini (ki artık Laura’nın sahiden de parayla yaşama döndüğü de tescillendi) takdirle karşıladım. Genel bir yorumla, Laura’nın kendi geçmişiyle çok da mutlu etmediği o filler bölüme oranla yüksek enerjili bir bölümdü. Güzeldi, tadı iyiydi. Bir daha olsa bir daha yerim.
Haftaya gelecek olan sezonun son bölümü için şimdiden sorularınızı hazırlayın geekler: Salim’i bırakan Ölü Gelin ve Leprikon ikilisi, diğer karakterlere ve hikayenin devamlılığına Wisconsin’de mi katılacak? Sezon finalinde ne fırtınalar kopacak?