Yazan: Child of the Atom
*Bu yazıdaki birçok veri Kapalı Gişe: Türkiye’de Tekelleşen Film Dağıtımı belgeselinden alınmıştır. Bağımsız belgeseli buraya tıklayarak izleyebilirsiniz.
Sermaye
veya kapital; ekonomi biliminde mal üretmek için kullanılan makine, fabrika gibi fiziksel araçlardır.
Sinema
1. içinde, izleyici topluluklarına film gösterilen salonu bulunan, bu iş için özel olarak yapılmış yapı.
2. güzel sanatların bir dalı olarak, izleyiciye göstermeye uygun olan filmleri gerçekleştirme ve yaratma sanatı.
Sizlere bu iki kavramı sentezleyip hazırlanabilecek zehir zıkkım, kokusu bende öfke yaratan bir kokteylden bahsetmek istiyorum.
Başlangıç için, bütün bir yıl boyunca sinema salonlarında gördüğünüz yerli filmleri düşünmenizi rica ediyorum, posterleri de olur. Hafızanızın en derinindekileri dahi saydığınızda toplam kaç film etmiş oluyor? On? Yok canım, yirmi rahat var mıdır? Haydi beş, on tane de internette gördük diyelim, otuz? En babası gelsin, desin ki 40!
Ancak söylemeliyim ki rakam aklınızdakinden epey bir farklı. Geride bırakmaya yaklaştığımız bu yılda yaklaşık 143 yerli film çekilmiş bulunuyor. Problem ise ne yazık ki sizin B12 eksikliğiniz değil, hafızanız sizi yanıltmıyor. Problem çok daha başa ve çok çok daha büyük.
Yerli film üretimi nicelik bazında verimli diyebiliriz. Tabi üretimden bahsedilen her yerde bir de tüketimden bahsetmek gerekir:
2005 yılında Türkiye’de 27 milyon film bileti satılmış.
2015’de ise bu rakam 53 milyona yükselmiş.
2017 yılının satış rakamı ise 71 milyonun üzerinde; geliri 870 milyonu aşıyor.
En çok izlenen ilk 10 filmin 7’si ise yerli yapımlar.
Dünyada, yerli filmlerin pazar payının %50’sini kapladığı tek ülke ilginç şekilde Türkiye. Bu cümle tek seferde geçilecek kadar önemsiz değil, tekrar ediyorum: Dünyada, yerli filmlerin pazar payının %50’sini kapladığı tek ülke Türkiye. Birçoğumuzun bilmediği üzere Avrupa’da sinema sektörünün en hızlı geliştiği ikinci ülke de, Rusya’dan sonra, Türkiye. Hollywood’un ülke, millet, ırk ayrımı yapmadan imparatorluğunu kurduğu sinema sektöründe, gerçekten de göz yaşartıcı bir durum bu. Çünkü Türkiye dışındaki hiçbir ülkede yerli sinema, Hollywood sinemasından daha fazla para kazanamıyor. Mesela yerli filmlerin bütün piyasadan aldığı oran; Fransa’da %33, İtalya’da %31, Danimarka’da %30.
Türk sinemasına ait eserleri izlemeyi tercih ediyoruz, toplum olarak bunu seviyoruz. Gerçekten de yeri geldiğinde; bir Gülse Birsel’i Hızlı ve Öfkeli’ye, bir Cem Yılmaz’ı Danish Girl’e tercih etmişizdir hepimiz.
Anlayacağınız; Türkiye’de sinema makinesi işliyor, kapitalde mal üretilebiliyor, satılıyor ve sürekli büyüyor.
Peki kim için işliyor ve nasıl işliyor ki bu sermaye? Madem yerli sinema bu kadar tercih ediliyor, neden 143 filmin en azından 43’ünün bile farkında değiliz? Niçin sinema salonlarına gittiğimizde çeşitlilik ile karşılaşamıyoruz?
Filmler bize nasıl bir yol ile ulaşıyor bakalım ve eksik halka nerede anlamaya çalışalım. Kabaca üç aşamalı bir yoldan izleyiciye ulaşıyor film dediğimiz üretim: Filmler; yönetmenler, senaristler, oyuncular, sesçiler, ışıkçılar ve daha binlerce emekçisi, sanatçısı ile birlikte çekilir. Filmi finanse eden kişi veya grup yapımcı/prodüktördür. Bu filmlerin dağıtım hakları dağıtıcı bir şirket tarafından satın alınır ve sinema salonlarına dağıtılır. Sinema salonları birçok dağıtıcı şirket ile birlikte çalışıp, gösterilen filmlerin çeşitliliğini düzenleyebilir. Mantıklı olan da budur, her konuda olduğu gibi güçler ayrılığıdır. Film sektöründeki üç ana aşama birbirini destekleyerek ve denetleyerek sektörü oluşturmalıdır.
Mesela sık sık bahsi geçen Hollywood sinemasına bakalım: ABD, geçmişinde; sinemayı tam zamanında yakaladığı ve onu kendisi ile birlikte geliştirdiğinden, süreç içerisinde bu güçler ayrılığının kurallarını çok önceden koymuştur. Rekabet eden hiçbir kuruluş birbirlerinin çıkarlarını gözetmeye iyi niyetlerinden ve kendiliğinden karar vermemiştir: 1948 senesinde ABD hükümeti tekelleşmeyi önleyici yasa gereği hem prodüksiyon hem de dağıtım yapmak isteyen Paramount Pictures’a dava açmış ve kazanmıştır. Davanın sonucuna göre prodüktör, dağıtıcı ve sinema salonu arasındaki güçler ayrılığı sağlanmıştır; küçük üreticilerin de üretim hakkı korunmuştur. Her bir ticari oluşum hükümetin, adil olduğu devletin güçler ayrılığınca gözetlenen, gözetimi altındadır.
Bunun tam olarak neyin önüne geçtiğini anlamadıysanız şu şekilde özetleyebilirim; Eğer ben Amerika’da yaşayan ve canı çok sıkılan bir zengin olsaydım parama para katmak için bir film çektiremez, ardından onu bir dağıtım şirketi olarak, daha önceden satın almış olduğum sinema salonlarıma insanların izlemesi için keyfimce gönderemezdim. Paramı bu üç aşamanın ikisinden feragat ederek kazanmak zorunda kalırdım. Sonuçta bir kişi üretip, aynı kişi satarsa ve her yer bu kişinin dükkanlarıyla doluysa; tüketiciler hangi malın kaliteli olduğunu nasıl anlayabilir, nasıl tercih yapabilir? Dahası, ortada başka mal olduğunu dahi bilebilirler mi?
Güçler ayrılığı çeşitlilik, özgürlük ve tercih hakkı sağlar yargısına varmak pek de zor değil. Bugün, sinema öznelinde, Tarantino, Lynch gibi sanatçıları, haklarının gözetildiği özgür rekabet ortamlarında var oldukları, küçük üretici olarak işlerini satabildikleri için tanıyoruz aslına bakarsanız.
9590 kilometre yol yaparak gittiğimiz vahşi batıdan kendi ülkemize geri dönelim ve bir de topraklarımızda durumun nasıl olduğuna bakalım.
Havasından mıdır suyundan mıdır bilemiyorum, ülkemizde güçler ayrılığı konusunda her alanda problemler yaşıyoruz.
Geldiğimiz anda sınırda Mars Sinema Grubu bizleri karşılıyor. Misafirperverliği, lüks sinema salonları ile önümüze birkaç film sunuyor. Sağolsun. Filmleri izliyoruz ama doymuyoruz. Başka film var mı, diyoruz? Olduğunu bile bile, yok, diyor.
Orada işler karışıyor işte ve benim çenem düşüyor: Eğer kötülükten bahsedeceksem, efendilerden bahsederim. Hayatın her yerinde, insan ile birlikte var olanlardan; özgürlüğü ve sanatı kutulara koyanlardan bahsederim. Midelerini insanların haklarıyla dolduranlardan, asla ama asla doymayanlardan! Eğer bir şirketten bahsedeceksem, bahsetmemeyi tercih ederim. Çünkü ticaret benim ne yetkin olduğum ne de ilgilendiğim bir alandır. Ancaaak! Eğer kötülük dolu bir şirketten bahsedeceksem; işte bu noktada Mars Sinema Grubu‘ndan bahsederim, hem de sabahlara kadar.
Nedir tam olarak Mars Sinema Grubu? Kimdir? Ne iş yapar?
Kendi internet adreslerine girdiğimizde şöyle bir tanımlamayla karşılaşıyoruz :
“Mars Cinema Group, Cinemaximum markası altında 28 ilde 74 lokasyonuyla Türkiye’nin açık ara en büyük sinema zinciridir. Şirket toplam gişe hasılatında %50 pazar payına, sinema reklam gelirlerinde ise %90 pazar payına sahip olup, film dağıtımında da lider konumdadır.”
Başarısı, başarıyı nasıl tanımladığınıza göre değişir elbette ama, herhangi bir alanda piyasadaki bütün gelirin %50’sine sahip olmak, elde etmesi inanılamaz zor bir konumdur.
Peki Mars Sinema Grubu bu konumu nasıl elde etmiş?
“Mars Cinema Group, sinema işletmeciliği faaliyetlerine ek olarak bünyesinde bulunan Mars Media ile sinema reklam sektöründe, Mars Dağıtım ile de film dağıtım sektöründe faaliyet göstermektedir.”
Yani diyor ki; ben hem yapıyor, hem dağıtıyor hem de gösteriyorum kardeşim!
E, hani güçler ayrılığı?
Birkaç örnek ile durumun vehametini detaylandıralım:
2015 yılı Aralık ayında;
Türkiye’deki 2300 sinema salonunun 1700’ünde 2 (iki) film gösteriliyor: Ali Baba ve Yedi Cüceler ve Düğün Dernek 2: Sünnet.
Aynı zamanlarda sinemada olan, Emin Alper’in yönettiği Abluka filmi, Venedik’ten Jüri Özel Ödülü ile dönmesine rağmen yalnızca 25 salonda gösterimde. Ondan daha kötü durumda olan ise Tolga Karaçelik’in yönettiği ve Altın Portakal’ı kazanan Sarmaşık filmi; yalnızca 16 salonda gösteriliyor. Salondan kastım “Dördüncü salondaki film başlamak üzeredir.” anonsundaki o tek salon, bütün kompleks değil yani.
Kelle hesabıyla;
On büyük sinema zincirinin bir numarası Mars Sinema’nın koltuk kapasitesi 95.000 (doksan beş bin) kadar. Geriye kalan 9 sinema grubunun koltuk kapasitesi ise 86.000 (seksen altı bin) civarı. Yani dokuz büyük şirketin toplam koltuk kapasitesi bile Mars Sinema’ya yetişemiyor. Hayali bir evrende, dokuz diğer şirket birleşse bile, zamanında önüne geçilmediği için canavara dönüşen Mars Grup ile rekabet edemeyecek durumda.
Evet, basitçe, Mars Sinema Grubu’nun dağıtmayı tercih ettiği sınırlı sayıdaki filmler, bütün ülkede sinemadan kazanılan paranın yüzde ellisinden fazlasını blöfünü hiç bozmadan kasaya koyuyor. Mars, Cinemaximum sinema salonlarına hakim olduğu, Cinemaximum sinemaları da ülkenin genel bitki örtüsüne dönüştüğü için “dağıtmayı tercih ettiği filmler” ibaresi yerine; “bize satmaya karar verdiği filmler” koyarsak daha bile doğru olur.
Peki sinemanın efendisi Mars istediğini yapabildiğine göre, hangi filmin gösterileceğine nasıl karar veriyor?
Formüle edilmiş filmleri gösteriyor elbette. Hadi gelin, size evdeki malzemelerle kolayca hazırlayamayacağınız çok satacak, Mars Sinema Grubu’nun gözüne girecek bir film tarifi vereyim: Görünüşleriyle öne çıkan oyuncular veya mankenler, ucuz karakterizasyonlar, vakit geçirmelik mümkünse güldürü konular + yormayan bir kurgu ve derinliği olmayan bir çekim, biraz da gizli cinsiyetçilik, ayrımcılık, küfür, bel altı espri. İşte size gişede üç milyon kazandıracak filmin formülü. 2017’de en çok para kazanan 4 filmin de aynı yapımcıdan, BKM’den çıkması ve Mars Sinema tarafından Cinemaximum sinema salonlarına dağıtılması buna kanıt niteliğindedir zannımca.
Eğer popüler oyunculara sahip popüler filmlerin her yerde bu dominantlığa sahip olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Yine 2015 senesine dönüp Amerika’ya bakacak olursak, bütün dünyayı kasıp kavuran Star Wars Force Awakens filminin bile, ülkedeki sinema salonlarının yalnızca %10’unda gösterildiğini fark ederiz.
Düğün Dernek 2 ise Türkiye’de ki salonların %60’ında gösteriliyordu o sıralar.
Bağımsız yapımcılar, “satmayacağı kesin” filmlerini dağıttırabilecek ne platform ne de salon bulabiliyorlar. Bulsalar dahi, gösterim yapabildikleri salonların azlığı sebebiyle kâr edemiyorlar. Bir film yapımcısı olan Sevil Demir’in Kapalı Gişe isimli belgeselde verdiği röportajdan öğreniyoruz ki; Eğer film Mars tarafından sinema salonuna dağıtıldığı hafta istenildiği kadar satış yapmıyorsa gösterimden kaldırılıyor. Ancak yapımcıdan kopya bedelini de ziyadesiyle almayı unutmuyorlar.
“Bir yapımcı olarak filminiz gösterime girdiği an borçlu duruma düşüyorsunuz.” diyor Sevil Demir.
Gerçekten de Mars Sinema’nın dağıtımda böyle bir kuralı var, iki hafta kuralı diye biliniyor. Eğer iki haftada bir filmden sinema salonlarında istenilen kar elde edilemiyorsa film gösterimden kalkıyor. Yerinde bir şirket politikası olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak, filmin gösterileceği lokasyonlar özellikle az satış yapılan yerlerden seçiliyor ki çok vakit kaybetmeden “satacağı kesin” filmler diğer yapımların yerini alabilsin. Sonuç olarak Bağımsız ve/veya özgün işler Mars’ın elinde göstermelik gösterimlere maruz kalıp bir kenara bırakılıyor.
Hal böyle olunca Türkiye’de maksimum beş film, bütün gelirin %50’sini kazanabiliyorken geri kalan %50 payı 138 filmin paylaşması gerekiyor. Bu sinema kapitali yavaş yavaş bağımsız filmler ve yapımcıları yok ediyor. Çünkü takdirinizdir ki filmler maliyetli yapımlardır ve kâr edebilmeleri için bir süre gösterimde kalmaları gerekir.
Sadece yapımcıların kârı değil, sanatçının da üretebilmek için bir miktar refaha yani oluşturduğu eserin para kazanmasına ihtiyacı vardır. Hele sinema gibi binlerce kişinin çalıştığı ve maliyeti yüksek oyuncaklar kullanılan bir sanattan bahsediyorsak, filmin geliri hem sanatçıyı hem emekçileri doyurmalıdır. Günümüz Türkiye sinema ortamında ise böyle bir ışık gözükmüyor.
Örneğin Ali Aydın imzalı, 2012 yapımı Küf filmi; İtalya ve Yunanistan’da 15 kopya ile 10.000 Euro gibi bir miktar kazanabilmişken, Türkiye’deki tek bir kopyası ile 3-4 bin Türk lirası kazanabilmiş. Yani, problem burada yalnızca kaç sinema salonunda kaç film gösterildiği ve kimin gösterdiği değil. Problem bu tekelleşmenin bağımsız üretimlerin önüne geçmesi. Üretimi de tekelleştirmesi.
“Balık ıslak olduğunun farkında mıdır?” -Marshall McLuhan
Bu iletişim öğrencilerine propaganda ve manipülasyon derslerinin başında sorulan bir sorudur. Cevap içinse, hayır, diyor McLuhan; balığın varlığı su tarafından öylesine domine edilmiştir ki, balık kıyıya vurana kadar ıslak olduğunun farkında değildir.
Arthouse, ağzımıza takıldığı tabiri ile “festival filmi” izleyicisi, sinemaya gitmek için AVM’leri tercih etmiyor. Ancak toplum, yani bizler, sürekli olarak güzel şehirlerimizin ortasında yükselen AVM’lere gitmek için medya tarafından yönlendiriliyoruz. Birçok AVM, filmlerin galalarının kendi binalarında yapılması için yapımcılara para bile ödüyorlar. Metroda, sokakta, gazetelerde, internet sitelerinde, sosyal medya’da AVM güzellemeleri görüp duruyoruz: Dev eğlenceli çocuk parkları, rahat koltuklu sinema salonları, son moda olduğuna inandırıldığımız giyim mağazaları ve çok daha fazlası hiç şüphesiz bizi en yakınımızdaki alışveriş merkezinde bekliyor!
Bu hengamede, kapısı sokağa bakan sinema salonlarının sayısı her geçen gün azalıyor. Yalnızca bağımsız sinema salonları değil, bakkal Osman da üçüncü-nesil kahveci Cenk de aynı dertten muzdarip. İhtiyaçlar yaratılıyor, beton yığınlarının içerisinde konserve edilmiş halde AVM olarak bizlere sunuluyor. İnsanlar da ışığa çekilen sinekler gibi hafta sonlarını burada geçiriyor.
İki paragraf öncesine dönersek, McLuhan’ın sorusundaki balıklar biziz. Varlığımız kapitalist şirketlerin manipülasyonları, ana akım medya araçları tarafından öyle domine edilmiş durumda ki neyin içerisinde yaşadığımızı fark edemiyoruz.
Peki ne zaman kıyıya vuracağız?
Bahsettiğim belgeselin bir bölümünde, bütün sektörü ele geçiren bu şirketin, yabancı bir şirkete satılmasından doğabilecek felaketten bahsediliyor, Türkiye sinema pazarının yarısının yabancı bir şirket tarafından ele geçirilmesinden yani. Kapalı Gişe yayınlandıktan sonra şöyle bir hadise oluyor ;
“Mars Cinema Group’un 2016’da Koreli CGV Group’a satışı bugüne kadar Türkiye’de gerçekleştirilmiş en büyük özel sermaye fonu satışlarından ve global olarak sinema sektöründeki en önemli işlemlerden biridir.”
Artık Koreli olan Mars – Cinemaximum; üretimi, dağıtımı ve gösterimi tekeline aldığı için bilet fiyatlarını istediği gibi aşağı, yukarı (genelde yukarı) çekebiliyor. Zaten alternatifsiz bırakılan seyirciye dayatılan filmleri, yetmezmiş gibi bir de, seyirciyle empati bağı daraltılan bir şirket seçmiş oluyor. Türkiye’nin yazının başında bahsettiğimiz, yerli filmleri yabancı filmlere tercih etme özelliği bile bu noktada avantajını yitiriyor. Çünkü izlenilen film yerli olsa bile büyük pay merkezi Kore’de olan bir şirketin oluyor.
Anlattığım onca sebepten dolayı her geçen gün, alternatifler arayan izleyicinin de sayısı azalıyor. Başka Sinema gibi yenilikçi umut ışığı olabilecek yada İstanbul Film Festivali gibi köklü yapılar bile ayakta bu hengamede esir alınıyor.
Bu tekelleşme kimsenin tek başına çözebileceği bir sorun değil ne yazık ki.
Perspektifimizi genişletelim:
Toplumun eğitim seviyesi düştükçe, sanata bakış açısı da daralıyor. Yenilikten ve farklılıktan korkuyoruz. Sanat, entelektüel veya marjinal etiketi ile ötekileştirilen insanların oyuncağı olarak görülüyor. Toplum sanatı ötekileştirip yakınında durmaktan çekindiği için sanatın kim için olacağına Mars Sinema Grubu gibi efendiler karar veriyor.
İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük şehirlerden birinde yaşıyorsanız kendinizi her şeye rağmen şanslı sayabilirsiniz. Çünkü sinemada çeşitlilik sağlamayı amaçlayan oluşumlar imkanları dahilinde bu şehirlerde faaliyet gösterseler de, ülkenin her yerine ulaşamıyorlar. Üniversite çağına gelene kadar taşrada yaşamış bir genç olarak, ben semtimdeki sinema salonunda X veya Y’den çıkmamış bir film hiç görmedim. Bir Nuri Bilge Ceylan’ı, bir Yeşim Ustaoğlu’nu tanıma, onların sanatı ile kaynaşma fırsatım olmadı. Dünyamı kurarken bu farklılıklardan hiç haberdar olmadım. Bana bunun hesabını kim verebilir ?
Sanatı ötekileştirmek durumunda bırakılıyoruz. Çünkü sanatın tarihini bilmiyoruz. Onun insan ile birlikte geliştiğini ve nelere kapı açabileceğini, bir eserin neler yapabileceğini; insanları bir araya getirebileceğini veya savaşlar çıkartabileceğini… Birçok zümrütten ve altından değerli olabileceğini hiç bilmiyoruz. Bizi ağlatabileceğini veya yeni hayatlar gösterebileceğini, bir devrime öncülük edebileceğini…
Hiçbir şey bilmiyoruz, bilmemizi de kimse istemiyor. Bu bir ifade özgürlüğü problemine dönüşüyor, bir insan hakları ihlaline sebep oluyor. Gün geçtikçe de cahilliğimize terk ediliyoruz. Kültür Bakanlığı veya Türkiye Rekabet Kurumu dahi ne hikmetse elini bir türlü taşın altına atmıyor. Biraz araştırmayla görülebilecek birçok yolsuzluk ve usulsüzlüğün yapıldığı dedikoduları havada uçuşuyor ama kimsenin gıkı çıkmıyor. Demek ki yukarıda herkes mutlu.
N’apalım? Ölelim mi? Madem canavar bu kadar büyük ve güçlü, pes mi edelim?
Hayır, asla. Benim hâlâ umudum var. Değişim, fark etmekle başlar. Daha sonra paylaşırsın ve bir olursun. Sanat ve özgürlük tarih boyunca, her yerde, her koşulda var olmayı başarmıştır. Çünkü bu ateş insanın içinden yükselir, karşısında durmaya çalışanları da pes ettirir.
Kolektif üretim ve birbirinin hakkını gözeten sanatçılar ile kurtulacağız; genç sanatçıların inançla bütünleşen çabalarıyla. Bir canavar her yere sahip olup bize ait hissedecek bir yer bırakmıyorsa biz de yerlere değil kişilere, fikirlere, eserlere ait hisseder; yine hayatta kalırız. Buna dikkat edin; sanatçı, üretici ve en önemlisi de tüketici: Yapacağınız sinema salonu tercihi ile başlıyor her şey. Çünkü muhteşem ses sistemleri ve inanılmaz konforlu koltukların altında patlamış mısır fiyatları ve reklam sürelerinden çok daha fazlası yatıyor.
İnsan denilen varlık tehlikeli bir durumla karşı karşıya geldiğinde iki eylemden birinde bulunur: Kaçar ya da savaşır. Jenerasyonumuz sokaklara inip sloganlar atarak kendini ifade etmiyor. Bu da kaçma refleksini tercih ettiğimiz izlenimini oluşturuyor belki. Ama hayır, biz tiranlar tarafından verimsizleştirilen alanlarda kuru sloganlar atmaktansa keşifler yapıyoruz. Üretecek yeni şeyler, tüketecek farklı eserler keşfediyoruz. Kendimizi ifade etmek için yeni platformlar bulacağız-buluyoruz ve bir şekilde var olup paylaşacağız. Bu bana sorarsanız bir kaçış değil, savaştır. Cepheleri yeni neslin belirlediği bir savaş.
İnanıyorum ki, bu çürümüş yaşlı organizmalar, yeni jenerasyonun karşısında hükümranlıklarına devam edemeyecekler.
Çünkü gelen şey değişimin ta kendisi. Zaten gelen tek şey her zaman değişimdir.
Ancak dediğim gibi, ilk olarak fark etmek. Islak olduğunu fark etmek.
Siz hala kıyıya vurmadınız mı?