Bilim kurguyu yeterince övemiyoruz sanki. Övdüğümüzü sanıyoruz, övebilmek için farklı yollar buluyoruz, onu savunuyoruz, hatta bazılarımız ona olan sevgimizi ve onu bir tür olarak ne kadar ciddiye aldığımızı bilim kurgu hikâyeleri yazarak, filmleri çekerek gösteriyoruz. Bugün bahsedeceğim yönetmenin kısa filmi de bilim kurgu adına bir aşk mektubu gibi: Georges Méliès’in Le Voyage Dans La Lune filminden bahsedeceğim.
1902 yılında çıkan bu yalnızca on dört dakikalık kısa film, çıktığında sinemada bir sansasyon yaratıyor. O zamana kadar bilim kurgu alanında bu denli büyük bir prodüksiyon olmamış, masal gibi bir film izlemek insanlara inanılmaz geliyor. Durum böyleyken film zaten çıkar çıkmaz popüler oluyor, ilk gösteriminde talep o kadar fazla oluyor ki gece yarısına kadar gösterime devam ediliyor. Hatta öyle ki korsan film sektörüne de can veriyor dersek yalan söylemiş olmayız. Zira Amerika’da popülerleşmesi, korsan yayıncılık sayesinde oluyor. Yani yirminci yüzyılın başında çıkan bu kısacık film, sinemayı sallıyor.
Yalnızca izleyenler değil, sektörde yer alan insanlar da bu filmden etkileniyor. Kullandığı teknikler farklı yönetmenlerce örnek alınıp taklit ediliyor, Andrew J. Rausch’un sözleriyle bu film, “film prodüksiyonunu büyük çapta değiştiriyor”. Sinemanın klasik örneklerinden birisi olarak gösterilmeye başlanıyor.
Le Voyage Dans La Lune’u bir de kendi gözlerinizle görmek isterseniz diye burada bir duraksayıp, linkini bırakıyorum:
Peki Georges Méliès bu filmi nasıl çekti? Yani, böyle bir film için gereken ilhamı nereden buldu, bir devrim yaratacağının farkında mıydı? Bu soruları yanıtlamaya kendisinin bir illüzyonist olduğunu söyleyerek başlayayım. En başında resim yapmak üzerine eğitim almak istemiş fakat babası onu finansal anlamda desteklemeyi reddedince aile şirketinde çalışmaya karşı çıkamamış. Şirkette olduğu süre boyunca da bir illüzyonist olarak sahne gösterilerinde yer almış ve illüzyon üzerine dersler almaya başlamış. Babası emekli olduktan sonra, aile şirketindeki hisselerini satıp sürekli gösteri izlemeye gittiği tiyatro salonunu satın almış: Théâtre Robert-Houdin.
Sihire, insanları büyülemeye, sanata hayran olan Méliès, Lumière kardeşlerin icadı bir projektör olan “sinematograf” yani “video kamerası”nı görünce bu kamerayı kullanarak ortaya koyabileceği şeylerin düşüncesi onu büyülemiş olacak ki, tiyatro salonuna koymak için kamerayı hemen satın almayı teklif etmiş. Lumière kardeşler orijinal icatlarını ona satmayı reddetmişler, o da gidip çakmasını bulmuş hemen. Böylece tiyatrosu salonunda film gösterimleri başlamış.
Méliès, video çekmeyi ve sinemayı tek başına öğrenmiş, deneme yanılma yoluyla. Böylece bir projeksiyon cihazı oluşturup onun patentini almış ve sinemayı ne denli sevdiğini de ispatlamış. Kullandığı teknikler arasında hangileri günümüzü etkiledi ve etkilemeye devam ediyor, benden iyi anlatan birisini okumak için sizi şuraya alayım.
Yönetmenimiz, Le Voyage Dans La Lune’u çekerken kullandığı teknikleri de en başta bu safhada kullanmaya başlamış aslında. Film çekmeye başladığı sıralarda, görüntü efektlerini aynı illüzyonistliği gibi bazı şeylerin yok olduğunu ya da yoktan var olduğunu göstermek için kullanıyormuş. Hatta hani Yüzüklerin Efendisi filminde Gandalf’ı kocaman, Bilbo’yu minicik göstermek için kamera tekniklerinden yararlanmışlardı ya, Yüzüklerin Efendisi’nden yüz yıl önce kendisi de bu tekniği kullanmış. Bir süre sonra, kendi tekniklerini üretmeye başlamış. Yetmemiş, kendi sinema şirketini kurmuş: Star Film Company. Toplamda 500’den fazla film çekmiş. Cinderella, Joan of Arc, The One-Man Band, The Christmas Dream…
Asıl şaheseri Le Voyage Dans La Lune’u 1902 yılında çekmiş. En pahalı ve en uzun filmiymiş, bu sebeple de filmini kabul edecek sinema salonu bulma konusunda zorlanmış zaten. Film Fransa’da popüler olduktan sonra Thomas Edison da dahil olmak üzere birçok bilindik isim Amerika’da bu filmin korsan kopyalarını satmaya başlamışlar, böylece tüm dünyaya yayılmış. Bu denli popülerleşen bir filmin yönetmeni de elbette ki ona paralel olarak popülerleşecek: Bugünlerde Georges Méliès, auteur yönetmenlerin ilki kabul ediliyor.
Le Voyage Dans La Lune, Jules Verne ve H.G. Wells gibi yazarlardan etkilenilerek ortaya çıkmış. Bilim kurgunun önde gelenlerinden olan bu kısa film, bilim kurgunun önde gelenlerinden olan kitaplardan etkilenmiş yani. Daha da meta bir şey söyleyeyim: Yönetmenimiz, bilim kurgunun efsane edebi örneklerinden yola çıkarak çektiği bu filmde, bilim kurgu tarihinde efsaneleşmiş bir sahneyi bize sunuyor. Yukarıda koyduğum görsel, hani Ay’ın gözüne uzay aracı girmiş ya, sinemaya öyle ya da böyle ilgi duyan herkesin en az bir defa rast geldiği bir görseldir. Buna eminim. İşte bu görsel, Le Voyage Dans La Lune filminden geliyor.
Le Voyage Dans La Lune’u bu kadar etkileyici kılan şey, kendini ciddiye almaması olabilir mi? Mükemmel bir set tasarımına, döneminin en iyi efektlerine sahip olmasına rağmen gerçekçi ve ciddi bir film çekmek istememiş Méliès. Onun yerine izlemesi keyifli ve yer yer gülümseten bir film ortaya koymuş. Yani suratı olan bir Ay karakterinden bahsediyoruz arkadaşlar, bu karakterin gözüne uzay mekiği giriyor ve karakter duygu gösteriyor. 2020’de böyle filmler görebilir miyiz hiç?
Bütün bunlara rağmen Voyage’a bir parodi demek de ona haksızlık olur diye düşünüyorum zira onu bir parodiden ayıran şey olarak ona harcanan emeği görüyorum. Yönetmenin bilim kurguyu, sanatı, büyülemeyi sevdiğini anlayabiliyorsunuz. Yukarıda anlattığım Méliès’in hayatına baktığımızda da zaten kariyeri adına attığı her adımda sanattan ne kadar keyif aldığını görmek mümkün.
Bilim kurguyu ciddiye alan bir yönetmen, kendini ciddiye almadan, sinema için devrim niteliğinde bir film çekiyor yani. Bu yüzden La Voyage Dans La Lune’u bilim kurguya bir aşk mektubu olarak görüyorum.