İnsanların ölümsüzlüğe imrendiklerini ve sanat yapmamızın asıl sebebinin arkamızda bizim son nefesimizi vermemizle yok olmayacak, ölümsüz birtakım izler bırakmamız olduğunu düşünüyorum. Hatta birçok şair de bunun farkında esasında. Sanatın anıları ve duyguları ölümsüzleştirmeye yaraması, birçok akımda ve birçok şiirde değişmeyen bir tema olarak karşımıza çıkıyor. 16.yüzyıl şairi Edmund Spenser, Sonnet 75’ında çok güzel örnekliyor aslında bunu. Eğer biz yüzyıllar sonra hala Homer’den, Gılgamış’tan, Shakespeare’den bahsedebiliyorsak bunların sebebi bu kişilerin edebiyat içinde ister istemez bir iz bırakmış olmaları. Heykellerin de bu manada şiirden geri kalan bir yanları yok. Hatta heykeller görsel bir sanat dalı oldukları için verecekleri mesajı daha açık bir şekilde verebiliyor.
Sanatta ne dereceye kadar amaç aradığımız farklı bir tartışma konusu fakat şunları da unutmamalıyız ki heykeller tasviri yapılan kişiyi görsel manada idealize edebilme ve yine o kişinin insanlar üzerinde belli bir tahakküm kurmasına yardımcı olma gibi bazı özelliklere de sahipler. Yani asıl amaç bu olmasa bile siz bir kralın heykelini yapıp ülkesinin kapısına diktiğiniz vakit o heykel, o ülkenin kralının idealize edilmiş, halka yukarıdan bakan bir temsili oluverir. Kralın otoritesine otorite katmıştır o heykel. Dini figürlerin de bol bol heykellerinin yapılmasının sebebi de bunun gibi bir şey aslında.
Biz 21.yüzyılda yaşayan insanlar olarak hala bu gerçeğin farkındayız ki şehrin ortasına heykel dikeceğimiz vakit koskoca bir açılış töreni yapıyoruz, o heykeli hala yüce bir yaratım olarak görüyoruz. Bursa’daki kocaman köfte heykeliyle o şehrin köftesinin yüceliğini, Antep’teki kocaman Antep fıstığı heykeliyle de o şehrin fıstığının yüceliğini kabulleniyoruz ve diğer insanların da bunu fark etmesini sağlıyoruz. Hepsine hükmedecek tek bir köfte, diğer köfteler üzerinde tahakküm kuruyor.
Percy Shelley, Ozymandias şiirinde bu iki temadan, hem ölümsüzlükten hem de heykelin bir otorite aracı olarak kullanılmasından bahsediyor. Şiirin tamamını satır satır inceleyemeyeceğim maalesef zira bunun için ne benim vaktim ve enerjim var ne de böyle bir işe kalkışacak kadar donanımlı olduğumu iddia edebiliyorum. Sadece size şiirin bende nasıl bir iz bıraktığını ve bu şiirin bende neler hissettirdiğini anlatacağım, beni bu yolculukta yalnız bırakmazsınız diye umut ediyorum.
Şiirden bahsetmeye geçmeden önce madem konusu açıldı, kısa bir anekdot vereyim istiyorum: Romantizm akımının yalnızca “aşk” demek olmadığını, onun esasında teknolojinin gelişmesinin ve bilimin insan hayatında çok daha büyük bir yer tutmasının sonucunda insanların rasyonel eğilimlerine bir tepki olarak ortaya çıktığını üstüne basa basa söylüyorum her seferinde. Romantizm dediğimizde aklımıza eğer yağmur altında öpüşen çiftler geliyorsa, aklımıza gelen o “romantik” görüntü aslında bizim edebiyat içinde bahsettiğimiz “Romantik” görüntü değildir. Romantizm, bundan daha büyüktür. Romantizm, rasyonalizmin reddettiği duyguların kabul edilmesi, yaşanmasıdır. Duygular dediğimizde biz elbette ki aşktan, sevgiden de bahsediyoruz fakat yalnızca bunlardan bahsetmiyoruz arkadaşlar. Bugün yazımda bahsedeceğim şair de Romantizm akımının en önemli temsilcilerinden birisi ve göreceğiniz üzere aşktan da sevgiden de bahsetmiyor. Oh, tamamdır, bunu aradan çıkarttığımıza göre şiirimize dönebiliriz.
Ozymandias dönemin Romantik akımının popüler temalarına pek değinmeyen, esasında yalnızca bir metaforu koskoca bir soneye yayıp on dört satırda açıklayan bir şiir. Daha ismine baktığımızda şiire dair bir beklenti oluşuyor kafamızda: Ozymandias, Mısır imparatoru İkinci Ramses’in Yunanca ismi. Yani Ozymandias, bir kral: “Kralların kralı,” hatta. Demek ki otoriter bir figür hakkında bir şiir okuyacağız.
Shelley, bu şiirde bize öncelikle bir “antik şehir” olduğundan bahsediyor, sonra da o antik şehirden gelen yolcunun ağzından bir gözlem sunuyor. Antik şehir kısmının önemli olduğunu düşünüyorum zira böyle bir şiiri yalnızca yolcunun ağzından anlatmak muhtemelen daha kolay olurdu ama öyle yapsaydı da bu yolcunun geldiği şehrin antik olmasından bahsedemezdi. Antik dediğimizde aklımıza gelen görüntü eski olmasına rağmen belli bir değer taşıyan bir şey oluyor. “Antik” sıfatını biz bahsettiğimiz şey eski olduğu kadar da değerliyse kullanıyoruz yani- Bu bir şehir olduğu zaman da eski yüceliğini kaybetmiş olmasına rağmen hala değerini koruyan bir şehirden bahsetmiş oluyoruz belki de. Birazdan bahsedeceğimiz heykel imgesinin nihai kaderine bir foreshadowing olabilir mi acaba, ne dersiniz?
Antik şehirden gelen bu yolcu, başkarakterimize geldiği şehirdeki yıkılmış bir heykelden bahsediyor. Çölün ortasında kocaman iki bacak, yarısı yere batmış bir büst, dudağı bükük ve suratında bir generalin soğuk bakışından var. Çok az kelime, çok şey ifade ediyor aslında. Öncelikle çölün ortasında yere batmış koskoca bir heykelden bahsediyoruz. Az önce demiştim ya, bir kralın heykelini o kralın hükmettiği şehrin kapısına diktiğimizde halkına yukarıdan bakan bir figür ortaya koymuş oluruz diye, şimdi bu figürün yıkıldığını düşünün. Sembolik bir anlatı görmemek imkansız.
Yıkılmış heykelin dudağı bükük ve suratında soğuk bir ifade var derken şair, bu figürün otoriterliğine hala inanmadıysak diye heykeltıraşın o figürü bu şekilde betimlediğini iletmiş bize. Bir heykeli tasvir ederken ortaya koyacağı surat ifadesi, heykeltıraşın inisiyatifinde yapılmış bir artistik seçimdir. Heykel de zaten gerçekliğin donmuş bir versiyonu, yani eğer o heykelin bakışlarında bir soğukluk varsa heykeltıraş o figürün bu şekilde anılması gerektiğini düşündüğü için yapmıştır. Bir sonraki satırda zaten bundan bahsetmiş, heykeltıraşın betimlediği figürün tutkularını anlayıp büyük bir ustalıkla bunları hayata geçirdiğini söylemiş yani.
Şiirde anlatılan heykelin nasıl bir figürü tasvir ettiğini hayal edebildiniz mi şimdi? Soğuk bir bakış, yıkılmış bir heykel. Peki bu heykelin altında ne yazıyormuş? Direkt alıntı veriyorum:
My name is Ozymandias, king of kings:
Look on my works, ye Mighty, and despair!
Benim adım kralların kralı Ozymandias:
Yaptıklarıma bak, yüce varlık ve kork!
Kralların kralının yüce heykelinin kumların içinde parçalanmış bir halde bulunmasının ironisini görebiliyor musunuz? Bir de yetmezmiş gibi sonraki satırda “Nothing beside remains,” demiş. “Yanında hiçbir şey kalmamış.” Ah, Percy Shelley, al kalbim senin olsun!
Sizce böyle bir şiir, yalnızca bir heykelden bahsediyor olabilir mi? Hayır, burada kör göze parmak bir metafor var. O kadar güzel ki bu metafor, o kadar evrensel ki, Percy Shelley 19.yüzyılda yazmış olmasına rağmen biz 2021 yılında okurken bile bir şeyler hissedebiliyoruz!
Heykellerin yüceliği ve yer yer otoriteyi, tahakkümü sembolize ettiğini söylemiştik. Böyle bir figürün yıkılmış heykeli de bize otoritenin sonsuz olmadığını, bir gün sona erdiğini gösteriyor aslında. Bunu yaparken de halkına yukarıdan bakan Ozymandias heykelinin aslında bu otoriteyi değil, bu otoriteye sahip olan insanı ölümsüzleştirdiğini gösteriyor. Burada bir ironi veya meta anlatım var, ne demek isterseniz işte: Kişileri ve durumları ölümsüzleştirmek için kullanılan heykel sanatı, bize ölümsüzleşememiş bir otoriteyi anlatıyor.
Şunu da unutmamalıyız, Shelley’nin anlattığı kurgusal zaman diliminden uzaklaştığımız vakit fark ediyoruz ki yazar, bütün bunları bize bir şiir aracılığıyla anlatmayı tercih etmiş. Yani bu anlatıyı o da ölümsüzleştiriyor esasında. Eğer Shelley bu yazıyı hiç kaleme almamış olsaydı bizim elimizde böyle bir eser olmayacaktı ve şu an biz ölümsüzleştirilememiş bir otoriteden bahsedemiyor olacaktık. Heykel, kralı; şiir de kralın bitmiş otoritesini ölümsüzleştirmiş oldu. Başka bir sanat üzerine yazılmış bir sanat eseri bu şiir. Çok meta değil mi?
Başınızı çok ağrıttım mı, bilmiyorum ama benim söyleyeceklerim sona erdiğine göre ben bu yazıdan mutlu ayrılıyorum. En sevdiğim şairin en sevdiğim şiirlerinden birinden bahsettim, daha ne isterim! Eh, siz ne düşünüyorsunuz? Aklınıza benzer temaları işleyen farklı şiirler geliyor mu? Bu şiire ait düşünceleriniz neler? Yorumlara bekleniyorsunuz!
1 Comment
Kafa açan güzel bir yazı. Belki çok benzer bir tema işlemiyor ama romantizm akımından da etkilenmiş bir yazar olan Dylan Thomas’ının kaleminden çıkmış ve benim de çok beğendiğim bir iki dizeyi paylaşmak istiyorum.
Do not go gentle into that good night,
Old age should burn and rave at close of day;
Rage, rage against the dying of the light.
Though wise men at their end know dark is right,
Because their words had forked no lightning they
Do not go gentle into that good night.
Good men, cum on it the last wave by, crying how bright
Their frail deeds might have danced in a green bay,
Rage, rage against the dying of the light.
Dipnot: Arka planda “No Time For Caution” çalarsa tadından yenmez.