Kurgusal anlatıların bizleri şaşırtmak için kullandığı birçok yöntem var ama aralarından bizlerin en sevdiği, beklenmedik ortaklıklar olabilir: Zıtlıklarına rağmen beraber çalışan kahramanlar, birbirlerinden nefret etseler de aman dileyince birbirinin yardımına koşan karakterler, tüm ümitler kaybolmuşken beklenmedik bir cepheden yetişen yardımlar ve birçok yanlışı olsa dahi o son ve önemli noktada doğruyu seçmeyi başarabilen kötüler…

Hemen her eserde bu beklenmedik ortaklıkları tespit etmek mümkün; nefretle başlayan aşklardan suç ortaklıklarına kadar geniş bir yelpazedeyiz hatta bir kısmından mesela, içerisinde ters yönde değişim yaşayanlar olsa da şu yazımızda biraz bahsetmiştik. Bu sefer ise ana temamızı ortak geçmişleri ne olursa olsun, ortak bir düşmana karşı birleşmenin önemini vurgulayan beş beklenmedik ittifaka ayırıyoruz.

Legolas ve Gimli

Beklenmeyen ittifaklar denince muhtemelen herkesin aklına gelen ilk karakterler Legolas ile Gimli oluyor. Bunun da çok haklı bir gerekçesi var; elfler ve cüceler, hangi evrende olduğumuz fark etmeksizin hemen hiçbir zaman anlaşamazlar. Yüzüklerin Efendisi için bu anlaşamama sebebi, yaratılışa kadar götürülür çünkü bu iki ırkın yaratıcıları farklıdır. Elfler, Eru Iluvatar tarafından, cüceler ise bir Vala olan Aulë tarafından yaratılmıştır. Bu iki yaratıcının birbiriyle çelişen meyilleri gereği iki ırk arasında tarihin başlangıcından bu yana bir sürü savaş ve anlaşmazlık meydana gelmiş ve iki taraf da birbirini onulmaz şekilde yaralamıştı.

Yine de kötülük, başını ezemeyecek kadar büyüdüğünde Khazad-dûm Cüceleri ve Eregion Elfleri ortak bir amaç uğruna birleşebilmişti, onların birliği ise bir sonraki nesilde, Legolas ve Gimli’nin beklenmedik dostluğu ile zihnimize kazındı. Yüzük Kardeşliği’nde buluşan ikili, Sauron’un yenilmesine büyük katkılar sağladı.

Aang ve Zuko

Avatar: The Last Airbender’in hikâyesi başladığında Zuko, sürgündeki prens olarak Avatar’ı arıyor ve onu yok ederek hem babasının hem de Ateş Ulusu’nun gözündeki yerini tekrar kazanabilmek için çabalıyordu. Aang’i bulup yol arkadaşları olan Katara ile Sokko başta olmak üzere pek çok kişiye zarar verdi, Aang’in hayatını kurtardığı zamanlarda bile bunu Avatar’ı yakalayan kişi olarak evine dönmek için kendi çıkarları adına yapmıştı ve amcası Iroh dâhil kendisine güvenenleri bencilliği ile birçok kez hayal kırıklığına uğrattı. Sezonlar boyunca bocalamanın, geriye dönüşlerin ve bazen zafer sarhoşluğuna kapılmanın bazen ise kendine dönerek uzaklaşmanın sonunda ise Zuko nefretinin ve öfkesinin temelinin başkalarıyla değil, kendisiyle ilgili olduğunu anladı. Bu keşif yolculuğunda bir ateş büyücüsünün sahip olabileceği en büyük yetenek olan yıldırım bükmeyi bile elinin tersiyle itti, onun yerine Avatar’ın ateş ustası olmayı yeğledi.

Zuko onlara gelene kadar Avatar Aang ve üç arkadaşı da bazıları Zuko’nun elinden kurtulmayı içeren pek çok zorluğu beraber atlatmışlardı. Kendi iç çatışmaları, dargınlıkları ve barışmalarıyla kurdukları düzende Zuko’yu aralarına kabul etmek istemediler. Çünkü Zuko’nun üyesi olduğu ulusun geçmişi ve bir birey olarak önceki davranışları onları şüpheye düşürmek ya da ona güvenmemek için çok haklı sebepler sunuyordu. Fakat Zuko, geçmişte ne yapmış olursa olsun kendi şeytanlarıyla yüzleşerek Aang’i bulmuştu, dünyaya denge gelmesi için hayatını tehlikeye atmayı da göze almıştı. Böylece Zuko ve Aang helalleştiler; ateş bükmenin en saf hâlini birlikte öğrendiler ve Ateş Kralı Ozai’yi bu sayede alt ettiler.

Daniel LaRusso ve Johnny Lawrence

1984 tarihli Karete Kid ile başlayan bir serüvenin iki karakteri var karşımızda. Daniel LaRusso serinin başkahramanıydı, Johnny Lawrence’ın da aralarında olduğu pek çok düşmanla karşı karşıya geliyordu. Yıllar sonra G.O.R.A.’nın parodi bir sahnesine kadar karşımıza çıkan bu filmin Cobra Kai dizisiyle yeniden hayata dönüşüne şâhit olduk, o diziyi de bütün bayağılığına rağmen bayağı bir seviyoruz. Daniel, ustası Mr. Miyagi ile çalışıyor; dengeye, insanların farklılıklarını dinlemeye, anlayışlı olmaya ve zorunda kalmadıkça onları incitmemeye, adil bir dövüşe ve savunmanın bazen en iyi saldırı olduğuna inanarak stilinde uzmanlaşıyordu. Johnny Lawrence ise son raddeye kadar tüm bunların bir saçmalık olduğunda karar kılmıştı; saldırı en iyi saldırıydı, rakibe fırsat yaratmamak gerekirdi ve merhamete yer yoktu. Neticede Cobra Kai’nin mottosu “Strike hard, strike first, no mercy” idi. Gerekirse bel altı vurulabilirdi; adil dövüşmek ise sadece yeterince cesareti olmayanların arkasına sığınabileceği bir bahaneydi.

Yıllar geçti, karakterlerimiz çoluk çocuğa karıştılar. Fakat geçen yıllar boyunca hayat görüşleri söz konusu olduğunda her ikisi de durdukları yer açısından pek değişmemiş gibi gözüküyorlardı. Yolları yeniden kesiştiğinde eski düşmanlıklar gün yüzüne çıktı, deneseler de uzlaşamadılar ve bu sefer iki cepheyi de görebildiğimiz için ikisine de hak verdiğimiz sebeplerle ayrıldılar. Ta ki denkleme tekrar John Kreese dâhil olana dek. Daniel haklı davasında eğer hiç dinlemeseydi Johnny’nin Kreese tarafından nelere maruz bırakılıp manipüle edildiğini hiç anlayamayacaktı; Johnny hiç dinlemeseydi Daniel’in kendi cephesinden olayların nasıl cereyan ettiğini, nasıl göründüğünü bilemeyecekti. Geçmişleri ne olursa olsun birbirlerini dinlediklerinde anladılar ki ikisi de Kreese’in yenilmesi gerektiğinde hemfikir olabilirlerdi ama bunu, kendi başlarına yapamazlardı.

Kreese’i yenmek için iki tekniğin birleşmesi gerekiyordu, onlar da farklılıklarını tartışmayı başka bir zamana bırakıp helalleştiler.

Blair Waldorf ve Georgina Sparks

Gossip Girl’ün öyle bir havası var ki bir kere bu diziyi izlemeye karar verdikten sonra, kimlerin ne zaman ortaklık kurup ne zaman birbirinin kuyusunu kazacağını takip etmeye bile gerek duymamamız gerekiyor. Netice olarak kimin elinin kimin cebinde olduğunu bilmememiz için yazılmış bir diziden bahsediyoruz, beklentimiz bu yönde. Fakat işte Yukarı Doğu Yakası’nın elitlerinin hayatlarını tüm skandallarıyla ortaya dökme niyetli, bir nevi “Zenginler de böyleler işte” temalı ve Dedikoducu Kız gibi bir isme sahip bu dizide dahi beklenmedik ittifaklar kurulabiliyor. O dönemlerde yabancı dizileri televizyonlarından, yayın saatiyle izleyenler bilirler ki Blair ve Georgina ortaklığı, 2000’lerin sonlarının en sürprizli dizi olaylarından biriydi.

Georgina Sparks kendisiyle ilk tanışmamızdan onu son gördüğümüz sahneye kadar kendi çıkarları için hareket eden bir karakterdi, bu konuda herhangi bir yanlış anlaşılma olmamasını ümit ediyoruz. Diğer taraftan Blair Waldorf’a baktığımızda, aynı şeyleri onun için de söyleyebiliriz sanırım. Her ikisi de bazen tamamen kendi refahları bazen ise salt sevdiklerinin iyiliği için yanlış yollara saptılar ve günün sonunda birini daha fazla sevmemiz, dizinin onlara ayırdığı zamanın niteliğiyle ilgiliydi. Fakat sonlara ilişkin en önemli noktalarda, birbiriyle sürekli çıkar çatışması içerisinde olan bu gençlik dizisi karakterleri bile bir ortak müşterekte buluşmanın yolunu buldular.

Georgina, Blair olmasaydı bazen sert bir tokatla ayırdına varacağı farklılıkları bulamazdı; Blair ise o zamana kadar yaşadığı hayatında en önem verdiği şeylere Georgina, o güne kadar kötüye kullandığı yeteneklerini devreye sokarak ona yardım etmese ulaşamazdı, helalleştiler.

Paul Atreides ve Fremenler

Atreidesler, Harkonnenlerin tuzağı ile Dune ismiyle de bilinen Arrakis’e gönderildiklerinde; bu gezegenin yerlisi olan ancak kendi dilleri, kendi kültürleri ve ideolojileriyle önceki yönetimlerce dışlanmış Fremenlerin hem kendilerinin hem de tüm bir galaksinin kurtuluşu olabileceğini hesap etmişlerdi. Bu hesaba Dük Leto başlamış fakat planları gerçekleştirmek oğlu Paul’a kalmıştı.

Paul, elbette ki Bene Gesserit yöntemleriyle meydana gelen seçilmiş bir kişiydi ve aranan tüm yeteneklere fazlasıyla sahipti ama annesiyle birlikte Fremenler ile yaşamaya, kendi gezegenlerinin potansiyeli bile kendilerinden çalınmış olan bu insanların dertlerini öğrenmeye niyetli olmasaydı, Fremenler onu aralarına kabul etmeyecekti ve görevinde başarısızlığa uğrayacaktı. Bunun yanında Paul, her zaman bu hikâyenin kendisiyle sona ermeyeceğini biliyordu. Gidilecek çok yol vardı ve o sadece bir başlangıçta yer alacaktı. En değer verdiği insanlarla dahi arasını açmak pahasına görevini yerine getirdi, Arrakis’in yeniden yaşamasına katkı sundu.

Author

Editör-in-çiif. Hayvan dostu, çokça yalnız; ismiyle müsemma ama çoğunlukla zararsız. İyi tavsiye verir, geç olana dek ciddiye alınmaz. Her geçen gün bitkinliğine şaşırarak ‘takı taluy takı müren‘ arıyor.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.