Selamlar pek sevgili geekler. Güneşli ama buz gibi bir Berlin Pazar’ından hepinize sevgiler diliyorum. Dün masa ve beleş Wifi bulduğumuz, Berlinale Palast’ın alt katı, basın merkezini keşfettiğimiz için çok mutluyum. Filmlere ve festivale dair gördüklerimi size artık buradan aktaracağım. Bugün bir değişiklik yapıp, filmden çıkıp arasında bir basın toplantısına da girdik. Fakat yine kulaklık almayı unuttuğumuz ve insanlar Fransızca konuştuğu için hiç bir şey anlamadan çıktık. Bu arada artık sokakta film başlamadan önce gösterilen intronun müziğini söyleyerek geziyorum. Onca film izledikten sonra insanın kafasına yapışıyor. Bu arada filmlerden önce reklam gösterilmiyor, bu festivalle ilgili çok olumlu bulduğum özelliklerden biri oldu. Yoksa onca filmin öncesinde, aynı reklamları, tekrar tekrar izlemek kafayı yedirtirdi. Dilerseniz günün filmlerine geçelim.
Der Passfälscher
Gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak yapılan Der Passfälscher, İkinci Dünya Savaşı Almanya’sında, sahte kimlik üreten Cioma Schönhaus’un hikâyesini anlatıyor. Filmin prodüksiyon kalitesi çok kuvvetliydi. Ama ben ışık ekibini ayrıca tebrik etmek istiyorum. Bu filmdeki loş, karanlık sahneler çok güzel aydınlatılmıştı, gece sahneleri ayrı bir hoşuma gitti. Film bizlere çok yeni bir şey sunmuyor, ya da çok yeni bir hikâye izlemiyoruz. Bunun gibi filmlerin çok daha dramatikleri ve alternatifleri mevcut. Fakat yine de oldukça akıcı ve izlemesi keyifli bir filmdi.
Les Passagers de la Nuit
70’ler sonu ve 80’ler sonu Paris’inden kesitler sunan bu filmden ben çok keyif aldım. Film yeni boşanmış bir annenin, iki çocuğu ile olan ilişkisini ve sokaklarda yatan Talulah’ın aileye dahil olmasını anlatıyor. Duvarlarda tabaklar kırılan bağırmalı Fransız dramaları izledikten sonra bu film, hayata karşı duruşu bana o kadar iyi geldi ki anlatamam. Hayattaki tatsız olaylara mis gibi bakmamı sağladı. İnsaniyetin, yardımseverliğin ne kadar yüce ve az bulunur şeyler olduğunu ve bunun ne kadar değerli, sıcacık şeyler olduğunu bir kez daha hatırlattı bu film bana. Anlattığı dönemin ruhunu bu kadar iyi veren filmleri çok seviyorum. Müzik seçimleri ve sahnelerdeki kullanımı da çok sevdiğim başka bir yanıydı filmin. İçinizi ısıtacak, güzel bir aile draması izlemek isterseniz bu film sizlere göre.
Sonne
Sosyal medyada içerik üretme kültürünü içine bu kadar güzel entegre eden başka film yoktur herhalde. Sonne, Avusturya’da “Losing My Religion” şarkısını başörtü giyerek coverlayıp, YouTube’a yükleyen ve bir anda az ünlü olan Yasmin ve arkadaşlarının hikâyesini anlatıyor. İki gün önce yazdığım Rimini’nin yönetmeni Ulrich Seidl bu filmin prodüktörü. Rimini’nin aşırı gerçekçi anlatımı bu filme de yansımış. İlk uzun metraj filmi olmasına rağmen harika bir iş çıkardığını düşünüyorum Iraklı yönetmen Kurdwin Ayub’un. Sonne bazı yerlerinde çok güleceğiniz, çok güzel bir büyüme hikâyesi.
The Outfit
Berlinale’nin bu seneki seçkisinin, ikinci tiyatro oyunu gibi filmi The Outfit. Tek mekânda geçen, bol gerilimli bir suç draması. Steven Spielberg ne iyi etmiş de Mark Rylance gibi bir oyuncuyu geç yaşında ortaya çıkartmış. Her rolü birbirinden farklı oynayan harika bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. The Outfit’te de harika oyunculuğunu bol bol sergileyebilmiş, karakterine her sahnede derinlik üstüne derinlik katabilmiş. The Outfit, 1950’ler Chicago’sunda gangsterlerin de takımlarını yapan İngiliz bir terzi Leonard’ın dükkanında geçiyor. Gerçi kendisine terzi denilmesinden hoşlanmıyor, çünkü terziliği iğne iplik tutabilen herkesin on beş dakikada öğreneceğini söylüyor. 1 saat 45 dakikalık film festivalde izlediğim, en Hollywood esintileri barındıran filmdi. Fakat iyi ve kendine has bir mafya öyküsü anlattığını düşünüyorum. Gangster hikâyelerini, ya da tek mekânda geçen, gerilimli suç filmlerini seviyorsanız kesin izleyin derim.