Marvel Sinematik Evreni’ne girişini merakla beklediğimiz Hell’s Kitchen Şeytanı, Daredevil: Born Again ile geri döndü.
Netflix’in Daredevil dizisi için süper kahraman janrının en iyi yapımlarından biri diyebiliriz rahatlıkla. Hatta dizi formatında daha iyi bir süper kahraman işi izlediğimizi zannetmiyorum. İlk sezondaki oturaklı orijin hikâyesi, ikinci sezonda Punisher ve Elektra’nın dâhiliyeti, üçüncü sezonun nefes kesen sürükleyiciliği… Oyunculukların muazzamlığına, akılalmaz koridor dövüşü sahnelerine ve müthiş atmosfere girmiyorum bile. Daredevil: Born Again eski kadroyu geri döndürse de Netflix Daredevil’ının bıraktığı mirasın üzerine çıkmak, hadi çıkmayı geçtim o seviyeye yaklaşmak oldukça zor.
Peki bu mirasın yükünü omuzlarında taşıyan Daredevil: Born Again, ilk 2 bölümüyle ne vadediyor? Birkaç cameo dışında tam 7 senedir görmediğimiz şeytanımız, uykusundan uyanabilmiş mi? Hepsini konuşacağız ama spoiler uyarımızı tekrarlamak isterim, çünkü ilk bölüm büyük bir sürpriz ile açılıyor.

Bu kesinlikle iyi bir sürpriz değil. Foggy ve Karen dönüyor diye sevinenlerin hevesini kursağında bırakacak, ama iyi bir geek haberi takipçisiyseniz şaşırtmayacak bir sürpriz. Charlie Cox’un bir röportajında belirttiği “Matt hayatını değiştirecek çok travmatik bir olay yaşayacak” cümlesi, Foggy’nin ölümüne işaret ediyormuş. Röportajda bu olayın sezonun başında yaşanacağını belirtmiş, fakat ben o kısmı kaçırmışım. Dolayısıyla şaşkınlığımı gizleyemedim arkadaşlar çünkü Daredevil: Born Again’in henüz 15. dakikasında Foggy ölüyor!
Ölümü, Daredevil 3. sezondan bildiğimiz ve Wilson Bethel’in canlandırdığı Bullseye’ın elinden oluyor. Neden yaptığını bilmiyoruz, onu çatıdan aşağı fırlatırken Matt’in son cümlesi de bu oluyor zaten: “Neden?!” Bu durum gizemini en az 1 sezon boyunca korur gibi hissediyorum. Arkasında büyük bir olay örgüsü olmadan dümdüz intikam kafasıyla Foggy’i Bullseye’a öldürtmemişlerdir umarım.
Bu ölüm, tüm Daredevil: Born Again hikâyesinin başlangıcı oluyor aslında. Matt, öldürmek amacıyla çatıdan attığı (ama tabii ki ölmeyen) Bullseye’in ardından maskesini de fırlatıyor, artık Daredevil alter ego’sunu rafa kaldırıyor. Bu sırada maskesiz hâlini görüp kimliğini öğrenen emekli polis Cherry ise Matt’in avukatlık kariyerindeki sağ kolu oluyor.

Ufak bir parantez, Bullseye – Daredevil kavgasını tek plan koridor dövüşü şeklinde çekmişler. Teke tek bir dövüş olması, kameranın dükkandan çıktığı veya karakterin direkt kameranın üstüne yürüdüğü bir iki ufak oyun olmasına rağmen benzer tadı verdi. İlk 15 dakikadan bunu yapmaları artan dikkat eksikliğine karşı izleyiciyi zinde tutmak için miydi, yoksa “bakın bildiğiniz Daredevil geri döndü” mesajını en baştan mı vermek istediler bilemiyorum. Ayrıca CGI kullanılan sahnelerdeki garipliği fark etmedik sanma Marvel, gözümüzden kaçmadı.
Karen’ın San Francisco’ya gidişi de Foggy’nin ölümüne bağlı elbet. Yine de Karen’ın başından geçenleri düşünüyorum; mentörü Ben Urich öldü, uzunca bir süre Matt’i ölü sandılar, New York Bulletin saldırısında yanı başındaki tanık öldürüldü. Tüm bunlar yaşanırken -Bulletin saldırısından sonra memleketine dönmeyi düşünmesi dışında- şehir değiştirmeyen Karen, şimdi mi New York’u terk etmiş? Bunu pek yemedim, yiyebilmem için Matt’in onu çok fazla yalnız bıraktığına ve esas gidiş sebebinin bu olduğuna bağlanan bir drama lazım. Tıpkı Kingpin – Vanessa arasındaki ilişkinin hasar aldığını görmemiz gibi.
Evet sevgili geekler, artık biraz Kingpin’den, daha doğrusu Wilson Fisk’ten bahsetmemiz gerekiyor. Daredevil: Born Again’in Netflix dizisinden belki de en büyük farkı, Fisk’in konumlandığı yer çünkü. Burada başrolde Matt Murdock’a Karen, Foggy veya Punisher eşlik etmiyor; bu dizinin ikinci kişisi Wilson Fisk’ten başkası değil. Vincent D’Onofrio’nun müthiş oyunculuğunu ve karaktere ne kadar yakıştığını düşünürsek kimsenin bundan rahatsız olacağını da sanmıyorum.

Echo dizisinin after-credits‘inde New York belediye seçimlerinin haberini izlerken bıraktığımız Fisk, belediye başkanı olmak için geri dönüyor. Echo ile geçmişine sıklıkla göndermeler yapılıyor (Marvel’ın sokak kahramanları evrenini daha yeni övmüştük.) Vanessa’yla arası ise “iyileşme sürecinde” ortadan kaybolması sebebiyle açılmış. Bu süreç, 3. sezonun ardından hapse girdiği dönem değil de Echo’nun Fisk’i gözünden vurduğu süreçtir diye tahmin ediyorum. Yine de kimse Fisk’in hapisten nasıl çıktığını konuşmuyor. Hatta Fisk’in suç imparatorluğu bile özellikle genç nesilde unutulmuş durumda. Ama dizi bunu bize unutturmamak için çaba sarf ediyor, yeni nesil gazeteci BB Urich’in Ben Urich’in yeğeni olduğunu öğrendiğimizde Fisk’in Ben’i nasıl da acımasızca öldürdüğünü hatırlıyoruz mesela.
Matt de Fisk’in dönüşünden etkileniyor elbette, direkt kendisiyle konuşmaya giderek aksiyon alıyor. İkilinin restorandaki sahnesi mükemmeldi. D’Onofrio’nun konuşurken verdiği esleri ve kelimelere yaptığı vurguları her zamanki gibi çok etkileyici. Matt, inancı gereği insanların değişebileceğini düşünse de Fisk’e tam olarak güvenmiyor. Bu güvensizlik, Fisk’in başkan oluşundan etkilenişi güzel işleniyor ama yine de Matt’in daha gergin olmasını beklerdim. En yakın arkadaşını kaybedişinin 1 sene sonrasında en büyük düşmanı geri döndü sonuçta.
Matt – Fisk dinamiğinde Netflix Daredevil’ının en beğendiğim başarısı, bu husumetin ne kadar kişisel olduğunu vurgulamasıydı. İkisi de New York’u dert ediniyor gibi görünüyor ama bir yandan dertleri birbirleriyle. Bu kişisele indirgenen düşmanlığı 1. bölümün son sahnesi oldukça güzel yansıtmış. Yansıtmış yansıtmasına da, Fisk’in başkan oluşuna daha çok ikna edilmek isterdim. Yine Netflix Daredevil’ının sevdiğim yanlarından biri, Fisk’in halkı etkileyişine ikna oluyorduk. Basın toplantıları, Bullseye’ı kullanarak Daredevil’ı halkın gerçek düşmanı olarak lanse etmesi falan güzel işlenmişti. Burada ise başkanlık konusunda sadece iyi imajını gördük, Nasipse Adayız filmindeki Ercan Kesal gibi dolandı ilk bölüm boyunca.

Daredevil: Born Again 2. bölümüyle bildiğimiz Daredevil tonuna yaklaşıyor. Her ne kadar alter ego’sunu arkada bırakmak istese de haksızlığa, adaletsizliğe gelemeyen bir Matt görüyoruz. Bir suçu engellemek isterken bir polisin ölümüne sebep olan Hector Ayala, yani White Tiger’ın avukatlığını üstleniyor (bu arada kendisini canlandıran oyuncu Kamar de los Reyes kanserden vefat etmiş, mekanı cennet olsun). Bu da işte Matt’i tam istediğimiz bir durumun içine sokuyor; bir kanunsuzun avukatı oldu, polisleri ve belki de halkı karşısına aldı, hem de neye hizmet ettiği belli olmayan (ve de Punisher dövmeli) polislerle mücadele edecek. Matt alter ego’sunu bırakmak isteyebilir ama Daredevil onu bırakmayacak.
Nitekim öyle oluyor, kendisini kostümle görmesek de içindeki şeytanı çıkardığını görüyoruz. 2. bölümün finalinde Hector’un kurtardığı tanığın peşine düşen polislerin karşısına çıkıyor Matt. Polisler karşımızda kör bir avukat var demeden dövüp kafasına silahı dayayınca da Matt dayanamıyor ve içindeki şeytanı salıp ikisinin de hakkından geliyor. Fragmanda gördüğümüz meşhur kol kırma sahnesini de burada izliyoruz.
Bu sahne olmasaydı “evet, doğdu şeytanım!” diyemeyecektim sevgili geekler. İlk bölümün girişindeki yoğun 15 dakikalık sekanstan sonra vakit genellikle yeni karakterlere ve durumlara alışma, dizinin atmosferini özümseme şeklinde geçti. 2. bölümün kapanışında “daha Daredevil” bir şeyler görmesek bolca soru işareti ve düşük heyecanla ayrılırdım ekran başından. Şu an sadece “neden New York o kadar dumanlıydı ya” tarzında daha boş sorgulamalara ittim kendimi. Siz ne dersiniz, sizce Daredevil: Born Again nasıl başladı, şeytanımızı özlemiş miyiz? Yorumlarda buluşalım.