Geçen hafta tıpkı adı gibi “haddinden uzun” Doctor Who on birinci sezon ilk bölüm incelemesi yazımızı okumuş muydunuz? Okumadıysanız, güzel gözlerinizden özürler dileyerek okumanızı tavsiye edelim. Ondan sonra da gelin sizinle nispeten çok daha kısa bir inceleme ile ikinci bölüme hızlı bir dalış yapalım.

Doctor Who -bunu tekrar etmekten asla bıkmayacağım ama- benim için çok ayrı duygusal bir yerde konumlanmış halde. Kötü olmasına yüreğim el vermiyor, tırtlıklarına da hep pozitif yaklaşıyorum. Buna abartılı hayranlık mı dersiniz, bilemiyorum. Ancak gel gelelim bu hissiyatı sadece ben taşımıyorumdur.

Gelin itiraf edin, Doctor Who’nun bu sezonu diğer sezonlarına oranla çok daha diken üstünde izleyeceğimiz bir süreçte olacak. Bunun sebebi senaryosal veya karaktersel anlamda hiçbir kaygıyla alakalı değil, hayır. Aksine modernleşen dünyamızın yapımlarında sürekli bir orijinine ihanet etme ya da sırf herkese hitap edelim diye bu uğurda amacından sapma gibi birtakım sıkıntılar oluyor; onlarla ilgili. Şahsi isteğim de şu: Doctor Who her ne kadar popüler kültüre yerleşmiş olsa da, popüler kültürün derin dehlizlerinde çürümemeli.

landscape-1539184078-screen-shot-2018-10-10-at-40736-pm

İlk bölüm, aklımda çok soru işareti ve ağzımda kekremsi tat bırakmış olduysa da ikinci bölümde en azından içimdeki umut ışığı bir anlamda harlandı. Kafama takılan “TARDIS olmadan nasıl uzaylının dilini anlıyorlar?” sorusundan tutun birtakım belli başlı tutarsızlıklara kadar ilk yazıda bahsettiğim çoğu şeyin bu bölümde toparlanmış olmasından memnunum. Doktor’un bildiğimiz zeki, hafif egoist, biraz manyak, ucundan da hiperaktif ruhuna en azından giriş yaptık. Yol arkadaşı olarak tanıdığımız diğer üç karakterin de kendi hikayeleri konusunda gelişme kaydediliyor, orası da muazzam. Ancak gel gelelim yine bir şeyler eksik sanki, ne dersiniz?

O eksiklik sanıyorum ki tempodan kaynaklı bir şey. Evet sürekli kaçıyoruz, koşuyoruz; el bezinden bozma yaratıkları alt ediyoruz falan ama… Sanki A noktasından B noktasına ulaşmamız aşırı sakin ve kolay gerçekleşti ya. Zaten kayıp olan TARDIS’i bir şekilde aramaya yönelik koşturmaca izleyecektik eninde sonunda; ama biraz da ter akıtsaydık keşke, değil mi?

indir

Bölüm, Moffat döneminde gelen duygu ve büyülü atmosferin aksine biraz daha bilimselliğe baş koymuş bir yolda ilerlemişti ve bana sorarsanız çok uzun süredir aradığım tadı nihayet alabildim gibi hissettim. Şu kısılı kaldıkları çölümsü gezegendeki havada yer alan madde yardımıyla yaratıklardan kurtulmanın yolunu bulan Doktor, neredeyse Smith ve hatta direkt Tennant döneminden kalan bir bilimsellik açlığına iyi geldi. Eğer tam anlamıyla “wibbly wobbly timey wimey stuff” muhabbetlerine ve bizim asla anlamayacağımız kadar zıpır laflarıyla dumur eden Doktor bilimselliği göreceksek çok şahane olacak.

Öte yandan bölümü kurtarmaya bu gibi durumlar yetmiyor. Doktor’un kimliğini yavaş yavaş oturtması olsun, fen dersinden fırlama sahneler olsun derken bir yerde yine tıkanıyoruz. Neden? Süre yetmiyor arkadaşlar, süre. Sebebi de eskisinden çok daha fazla karakteri bir anda olayın içine dahil etmeye çalışmaktan geliyor.

Yol arkadaşlarının sayısı ikiden fazlayken bile ortalıkta hep daha karmaşık işler, daha kafa karıştırıcı meseleler oluyordu. Bir yerden patlak veren sorunu diğer tarafta yama yaparken halletmeye çalışan Doktor’un çabası hep bizi uyanık tutuyordu. Ancak şimdi elimizde üç yol arkadaşı ve iki de promosyon gezegen sakini olunca işler biraz fazla “oldu bitti”ye getirilmiş hissi veriyor. Ben ki kırk dakikalık bölümleri uzun bulurum, bana inanın bu bölüm bittiğinde devamı nerede diye kendimi sorguladım bir an için. Üstelik her bir karakter de fazlasıyla derin olduğu için toplamda kırk beş dakikalık bir süreç hiç kimseye yetmemiş hissiyatı uyandırdı.

landscape-1539254455-screen-shot-2018-10-11-at-113849-am

Yiğidi öldürüp hakkını verelim ama yine de; Jodie Whittaker’ın Doktor’u şahane gidiyor ve senaryosal anlam haricinde pek falsosu olmadı henüz. Üstelik soniğini yönlendirirken birebir Tennant gibi konumlanıp hareket eden Whittaker, şu bölümle kalbimi kazandı iyice. E üstüne bir de yeni giriş müziği ve TARDIS’le kavuşmamız derken bu bölüm birden kendini düzlüğe çıkarıyor. Capaldi döneminden kalma çok değişen jeneriğin, biraz daha eski tatlarına dönmesi muazzam. TARDIS de iç tasarımıyla Jodie Whittaker’ın sezonunu müthiş yansıtan bir yapıda diye düşünüyorum: Hafif loş ama lav lambası tarzındaki ışıklarıyla ferahlık atmosferi sağlıyor. Bunlar iyi şeyler; üstüne bir de kurabiye falan veriyor TARDIS, daha ne yapsın bu makine?!

Son üç soru sorup, sizleri daha fazla darlamadan yazımı tamamlıyorum artık. Birinci olarak şunu soracağım: Önceki bölümde birbirlerini TARDIS olmadan anlayabilmelerini, o kafalarındaki çiplere bağlayarak açıklamalarından ne kadar tatmin oldunuz? İkinci olarak ise: Sizce Doktor’un Graham’a güneş gözlüğü verdiği sırada, her ne kadar TARDIS’le beraber kaybetse de, Capaldi’den kalma gözlük soniğini vermiş olsaydı güzel olabilir miydi? Yani bir şekilde parçalanmış bir halde “Bununla idare et, şöyle böyle oldu bu hale geldi.” dese de bize yedirselerdi mesela? Üçüncü ve son olarak da: Sizce ilk iki bölümün az tatmin etme gücüne rağmen ilerisi için fazla umut beslemekte hata mı ediyorum acaba? (Son soru opsiyoneldir efendim.)

Author

Geveze, aşırı heyecanlı, domates surat. Ailenizin mülayim, cep tipi ponçiği. Profesyonel inek. Özel gücü ise role play yazmak. @poncikbruiser

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.