Gözleri aracılığıyla dünyayı beynine ileten, beyninden gelen verilerle de duygularına ekmek çıkartan canlılarız; bu yüzden de evin başköşesine koyup üzerine dantel örttüğümüz televizyonlardan bu yana dizi sektörü, günlük planlarımızda aslan payına sahip. Ömrümüzün yegane sermayesi zamanı bol bol bağışladığımız ekranlarda, bazen kameranın çapına sığanlar öyle gösterişli oluyor ki, ekran başında mış gibi yapma deneyimimiz doruk noktasına çıkıyor. Hatta, nasıl vitrinde sergilenen sarı fincanlar ve pencerelerdeki laleli perdeler bir nesli tanımlama aracına dönüştüyse, vaktini nesnelerden çok sanal alemlerde geçiren yeni nesillere de referans noktaları oluşturma vazifesini üstleniyor dizilerimiz.

Mesela bizim neslin vitrininde duracak dizi, tartışmasız Game of Thrones olacak. Aramızda ilk altı sezon ne demekti bilir misiniz, her bölüm kesilen başların çetelesini tutar, videoların altını teori bombardımanına boğardık diyerek torunlarını darlama şansına erişecekler var. Haksız da olmazsınız, böylesi küresel bir fenomen ışıl ışıl bir meteor yağmuruna çıplak gözlerle tanık olurmuşçasına nadir gerçekleşen bir durum. Neyse ki bu meteor yağmurunun artçılarıyla avunmaya başladık, ejderhaların dansı geçtiğimiz ay boyunca bizi Buz ve Ateş’in Şarkısı evrenine bağlamaya devam etti bildiğiniz gibi. Önümüzde bir buçuk yıla yakın bir bekleyişe girmek varken, geç olsun güçlüğünü hallederiz diyerek genel bir sezon incelemesine girişme niyetindeyim.

Önce spoilerlardan azade genel kanımı belirteyim: House of the Dragon uzun, sancılı bir savaşı atlatmışız da artık arkamıza yaslanarak meyvelerini yiyoruz hissi yaşatıyor. Ben on sene beklediğimiz ejderhalarla dolu göklerden, King’s Landing topraklarında kaynayan ihanet kazanlarına yeniden kavuşmaktan, Targaryen hanesinin içinde çatlayan nifak tohumlarından ve Vhagar’ın heybetinden razıydım. Dizi ikinci sezonunda demir tahtın üzerinden siyasi çekişmelerini harlarken, göklerde dört başı mamur ejderhalarla sıkı fıkı olduk iyice. Çoğumuzun da Game of Thrones aşkına zaten politika, hırs, entrika, hainlik ve ejderhalar sebebiyle bulaştığını düşünüyorum. Bunların devamını güzel bir şekilde getirmeye devam ediyor House of the Dragon.

Ancak ne yazık ki dizinin her şeyine bol pekiyi verecekken yumuşak karakter motivasyonları yüzünden, bocalıyorum. Özellikle Alicent ve Rhaenyra arasındaki ilişki kısırlığıyla önümüzdeki sezonlara güçlü bir çıkış yapma şansını harcamışlar gibi de geliyor bir parça. Buradan sonrasında spoilerlı bir analizle biraz daha açık konuşalım, ne değişmiş ne değişmemiş noktasından da inceleyelim.

1) Jenerik

Geçen sezonun saray duvarlarında kapalı kalan yapısını aştığımızı, diyarın geneline yayılmaya başladığımızı görmek mutluluk vericiydi. Stepstones ve çok az gördüğümüz Kuzey‘le Fırtına Burnu’ndan sonra Harrenhal dolayısıyla nehir topraklarına, ardından Essos’a girdik; en iyisi de King’s Landing halkının arasına karışmamız oldu. İkinci sevdiğim değişiklikse kesinlikle jenerikti. Hiç şikayetçi olmadığım şekilde ikonik müzik aynı kalırken, duvar halısına yaşanan ve yaşanacak olayların yayılan kanla tek tek dokunması, saray ve savaş temasına çok uygun düşmüş. Dizinin üçüncü sezonda vermesini beklediğim savaşın zalimliğini önden temsil etmiş.

Valyria günlerindeki felaketten Fatih Aegon ve kızkardeşlerine, yedi diyarın fethinden zalim Maegor’a ve günümüze uzanan Penelope’un tezgahını hatırlatan dokumalar, Targaryen hanesinin yükselişini ve batışını simgeliyor. Ejderhaların ölümü, arada kalan halka getireceği yıkım her bölümün girişinde sayesinde somutluk kazanıyor. Öyle ki bölüm girişlerinde hiç atlamaksızın izlediğim için özlediğim altı sezonun tadı iyice geldi, içime çöreklendi. Üçüncü sezona yeni bir jenerik gelir mi, gelirse nasıl bir şey olur acaba diye de düşündürmeye başladı.

2) Ejderhalar

Bu dizi ejderhalarla yapılan dansın kıyamet getirici olduğunu anlatıyorsa, küçüğünden büyüğüne her bir kıyamet alametine ne olduğuna bakmak boynumuzun borcu. Öncelikle de Lucerys Velaryon’a ve Arrax’a saygı duruşunda bulunmamız lazım. Maalesef yeni yetme ejderha ve binicisinin acı sonunun Rhaenyra tarafından tasdiklenmesiyle açılıyor ilk bölüm. Tahtsız kraliçe yas sürecine ancak balıkçı ağlarına yakalanan ejderha kanadına ve sahipsiz çocuk pelerinine bakarken girebiliyor. Şu cümleyi yazmak bile zor ama Martin’in evreninde de acıdan bol bir şey yok; savaşların çocukların sırtından geçindiğini kalbimize işleyen bölümlerle dolu sezon. Masumiyetin bitişini vurgulamak için yüzümüze sıkça vuruluyor bu gerçek.

Ejderhalara dönecek olursak maalesef son nefesi paylaşan iki ejderhayı daha saymalıyım: Aegon’un güzeller güzeli Sunfyre’ı ve ciğerimizi solduran gözü kara kız Meleys. Aegon’un hiç hak etmediği Sunfyre binicisinin kibri yüzünden Meleys’e saldırdığında, araya giren Aemond’un caniliği yüzünden yandı. Martin ejderhaların mutluluk içinde yaşadığı bir kitap daha çıkartmazsa önümüzdeki sezonu nasıl izleyeceğimi bilemiyorum.

Sezonun gidişatını çatallaştıran, Aemond’un isimsiz bir şeytan olduğunu tescillerken Aegon’u aciz bir kral konumuna düşüren olayın ardındansa maalesef Meleys de Vhagar’ın dişlerinden kaçamayarak dokunaklı bir vedayla sürücüsüyle birlikte düştü. Demir tahtı kazanamasa da oturulabilecek en güzel binici eğerini elde eden Rhaenys Targaryen’i ve Meleys’i de bu şekilde uğurlamış olduk diziden.

Neyse ki Jacaerys Velaryon’un Vermax’ı, Daemon Targaryen’in Caraxes’i, kızı Baela’nın Moondancer’ı, Rhaenyra’nın Syrax’ı henüz ciddi çarpışmalardan uzakta, dağlarda keyif çatmaya devam ediyorlardı bıraktığımızda. Rhaenyra’nın küçük çocuklarının ejderhaları Tyraxes ile Stormcloud ise geç çocukluklarına doğru emin pençelerle ilerliyorlardı.

Vhagar serideki en yaşlı ve büyük ejderha oluşunun hakkını öyle veriyor ki karşısında durabilecek bir güç arandığı için sezonun radikal kararlarından biri Rhaenyra tarafından alınıyor: Targaryen doğumlu meşru olmayan kişilerin Ejderha Kayası’na çağrılması. Kocaman iki gözün karşısında titrek alevlerle çoğunun hayatı sönerken, tehlikeyi göze alanlardan ikisi başarıya ulaşıyor anca: Dünyanın en uyumlu ejderhası Silwerwing’e binen Ulf the White ile en vahşi ejderha bronz öfke Vermithor’a binen Hugh Hammer.

Her ne kadar üçüncü sezona kurulan yayı hazırlama hamlesi olsa da bu sahneler, beni rahatsız eden kısımlardandı da aynı zamanda. Kırk asırlık soyluluk davası Rhaenyra’nın konseyle ve oğluyla kısa bir konuşma yaparak kapatacağı kadar basit bir mevzu olmamalıydı çünkü. Tywin Lannister sayesinde asıl savaşın her zaman sınıf mücadelesi olduğunu çok iyi bilmiyor muyuz?

Laenor Velaryon’un ejderhası Seasmoke ise kan çektiği için olsa gerek gitti; kendini Hull’lu Adam olarak tanıtan, gerçekteyse Laenor’un üvey kardeşlerinden biri olan denizciye sundu. Yine Game of Thrones’taki gerçeklik dokusundan ayrıldıklarını düşündüğüm bir sahne de buydu. Genel itibariyle ilk sezondan beri masalsı, zaman atlamalı ve diyalogların geçiştirildiği bir işleyişe sahip House of the Dragon. Bu durum tabii ki kaynak materyal açısından sorun teşkil etmiyor ya da dizinin başından beri sürdürdüğü tutarlılığı bozmuyor ama inandırıcılığı kaybetmemek için işleyişte de bir iki vidanın sıkılması gerek sanki.

Belki de Game of Thrones’un diyalogla yoğrulan yapısını, atılan her yeni adımda kumpasların yeniden değerlendirildiğini unutsam rahatsızlığım azalacak ama işte aynı evrenden çıkan ve sorumlularının arasında George R.R. Martin’in adı olan bir işe bu tarafsızlığı sağlayamıyorum. Aynı oturmamışlığı Corlys Velaryon’un çocuklarının tanıtıldığı her sahnede hissettim.

Lord Corlys demişken Alicent’in en küçük oğlu Daeron’un Tessarion adlı ejderhasının uçmaya hazır olduğundan ve Helaena Targaryen’le bağ kuran Dreamfyre’dan sohbet sırasında Rhaenyra’ya bahsetmesi boşuna değildi elbette. Şeytanların içinde bir melek olarak lanse edilen Daeron’la tanışmamız üçüncü sezona kalırken, Dreamfyre bahsi, kaynak materyali bilmeyenler için bile foreshadowing olduğunu bağırıyordu. İleride patlayacak olayları hep birlikte göreceğiz. Son olarak Rhaena Targaryen’in kırsalda karşılaştığı ejderhanın Ateş ve Kan’da başka bir karaktere ait olan Sheepstealer olduğunu düşündüm. Eğer haklıysam kitaptan farklılaşacaklar mı yoksa Rhaena’nın ejderhası Morning’e kavuşacak mıyızı yine üçüncü sezonda öğreneceğiz.

3) Rövanşlar ve Karakterler

Çoğu olaydan ejderhalarla birlikte bahsettik ama yeşiller ve siyahların hatlarının belirginleştiği dişe dokunur birkaçı daha var. Aralarında en kritiği Kan ve Peynir olayı olarak geçen, bebek ikizlerden Jaehaerys’in beşiğinde katledilmesi. Bu olay kitapta farklı işleniyor. Ölen bebeğin ismi bambaşka ve Haelena’nın sonraki seçimlerini etkileyecek şekilde işaret ettiği bile değil. Dizi bir değişiklik yaparak uzun barış dönemini çağrıştıran krala atfen, Jaehaerys adındaki bebeği seçmiş muhtemelen. Böylece trajidenin barışın net ölümünü simgelemesiyle iki anlam katmanı var. Ama büyük bir israfla bunu değerlendiremedikleri için yazık oluyor; cenazenin ardından olan tek şey Rhaenyra’ya atılan iftiralarla halkın öfkesini gördüğümüz bir tören. Oysa iki tarafta da gazabın semptomları olgunlaşmıştı, tarafların kan arzusu için bolca neden vardı.

Ama bir önceki sezonda gözünü kaybeden oğlu için bıçak çeken Alicent da, oğullarının meşruiyetine dil uzatıldığı için köpüren Rhaenyra da acılarını içlerinde yaşayıp kayıplarının üzerini kapatıyorlar. Her ne kadar övdüğüm çok kısma sahip olsa da House of the Dragon, savaşı başlatan ana neden olan kraliçelerin birbirine diş bilemesini geçiştiriyor. Blackwood ve Bracken Hanesi arasındaki düşmanlık dahi ana hikayeden daha çok şey vadediyordu. Aradaki kişiler bir diğerinin sarayına sızıp olay yaratmasa ortalık süt liman olabilirdi.

Bu ekstra sorun yaratıyor çünkü yaratılan herkes özünde iyi imajı, Targaryen hanesinin parçalanışını anlatan, ejderhaların ölümüyle sonlanan trajedi çağını anlatmak konusunda aşırı yetersiz. Alicent de Rhaenyra da yanlarına formalite icabı müttefikler buluyor gibi her fırsatta birbirlerinin yanına gidip acaba savaşmasak mı, bak emin miyiz sonra pişman olmayalım minvalinde konuşup duruyorlar. Son konuşmanınsa facia olduğu kanaatindeyim çünkü ortada kızacak ve savunulacak hiçbir hedef bırakmayan kader mahkumlarına dönüştü ikisi de gözümde. Bu durum da gaza gelmeli bir taht mücadelesi izleme hevesini söküp atıyor.

Özelikle bu sezon oğlunu kaybeden, eşi tarafından tek başına bırakılan, konseye kendini kabul ettirirken bir yandan da sıfır tecrübeyle savaş yönetmekle boğuşan bir Rhaenyra vardı. Yanına Missandei ve Varys karışımı bir partner olarak Mysaria’yı buldu ve daha önce deneyimlemediği bir casus desteği edinmiş oldu. Yetmedi savaşın gidişatıyla ejderhaların tepesine hiç tanımadığı Targaryen soysuzlarını geçirme kararını aldı, hatta bu uğurda yanmalarını umursamayacak hale geldi. Aslında karakter değişim aşamalarını fazlasıyla yerinde kullanabilirlerdi ama yapmadılar. En sonunda hala Alicent’le aklı başında konuşabiliyordu.

Alicent ise bir ona bir buna gidip, kendini dinletmeye çırpınıp bol bol Cole ve sept arasında göründükten sonra kenara çekildi. Kadın olarak tahtta hak iddia etmemesinin, düzene hizmet etmesinin yanlışlığını göstermeye çalıştılar belki de ama hakkında söylenecek başka bir kelimem de yok, ki baş düşmanlardan biri olduğunu düşünürsek durum vahim. Daemon sahneleri de sondaki yürek ağacı sekansına dek genelde doldurmaydı. Harrenhal’da cadı Alys’in yardımıyla kendi lanetleriyle boğuştu. Ordu toplamak ve insan yönetmeye dair hiçbir fikrinin olmadığını öğrendikten sonra Rhaenyra’ya sadakat yeminini etti. Helaena Targaryen’in de sufle verdiği üzere onun sahne ışığı üçüncü sezonda parlayacak.

house of the dragon,

Otto Hightower’ın ikinci kez azledilmesinden sonra bulunamadığı, Aegon’un şımarıklığının bedelini ağır ödediği ama kimsenin de üzülemediği ve Aemond’un meydanı boş bularak diktatörlüğünü ilan ettiği bir gidişatı takip ettik yeşiller tarafında genel olarak. Sezonun en gerilimli kısmı aç kalan halkın kraliçeyle kızına yansıttıkları tepkileriydi. Larys Strong’un Petyr’ın yerini doldurmasa da komplo ağları kurduğu, halkın bir kısmı açlıktan kırılırken bir kısmının iğrenç eğlenceler peşinde olduğu, Criston Cole’un yobazlıklarına devam ettiği bir King’s Landing izledik. Aegon’un rüyası teması iyice oturdu, istediğimizden daha çok Game of Thrones göndermesiyle muhatap olmamızsa moral göçüklüğü yarattı zaman zaman. Genel itibariyle önemli olaylar da bunlardı.

House of the Dragon üçüncü sezon düşmanlık motivasyonu eksiğini aşarsa, yeri doldurulamayacak bir selef olur. İlk sezonuyla tuzla buz olan sabrımızı toparladı, ikincisi de tüm şikayetlerime rağmen yeniden hoş geldiğimiz hissini yaratan, diyarı temsil gücüyle eski günleri hatırlatan yeni dizi acemiliğini atmış bir yapımdı. Taze spin-offlara da heveslendirici. Zaten 2025’te A Knight of the Seven Kingdoms dizisinin geleceğini öğrenmiş, HBO Max tanıtım fragmanlarında da ufak bir bakış atmıştık. Önümüzdeki on yılı daha George R.R. Martin eşliğinde geçirecek gibiyiz. Uzun yaşaması şart, daha Fatih Aegon’u izleme rüyalarım var.

Oyuncuların rollerinde devleştiği yapımın, belkemiğinde çöküntü yaratan ana sorunu dışında yansıtılan her şeyini sevdiğimi bir kez daha belirteyim. Siz yorumlarıma katılıyor musunuz ve dahası üçüncü sezondan beklentileriniz neler?

Author

Alternatif evreninde voleybolcu olamayan versiyon. Düşünce satıcısı, hikaye koleksiyoncusu. Ayrıca yanaklı birey. Bence dünyanın hayallere, hayallerin kelimelere ihtiyacı var.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.