Bu yazının içerebileceği herhangi bir şeye başlamadan önce, bir konuyu aradan çıkartmak zorundaymış gibi hissediyorum kendimi. Ben, işbu satırların yazarı Yiğitcan Erdoğan olarak, çok az şeyi Star Wars kadar seviyorum. John Williams’ın ölümsüz besteleri ne zaman kulağıma çalınsa tüylerimi diken diken ediyor. Ne zaman Ben Burtt’ün kaleme alınamaz dehasından çıkan sesleri duysam başka bir dünyaya kopup gitmiş gibi hissediyorum. Çizgi romanlarından, üçüncü teaser fragmanlarına kadar içinde vakit geçirmekten; ürünlerini tüketmekten bu denli keyif aldığım bir kurgusal evren daha yok.

Ve ben, yine bu işbu satırların yazarı Yiğitcan Erdoğan olarak, The Force Awakens‘ı günahım kadar sevmedim. İki yıl önce çıktığı gün izleyip, sevmemiştim. İki yıl boyunca kendimi zorlayarak bile tekrar açıp izleyemedim. Bugün, daha taptaze tekrar seyir yaşamış bir insan olarak yine sevmedim. Bugün bunun hesabını vermek için buradayım.

Sorumuz ve konumuz şu: The Force Awakens neden kötü? 

14 Star Wars Force AWakens, 2015

Bu başlı başına enteresan bir soru aslında, çünkü Force Awakens genel kamu tarafından kötü bir film olarak kabul edilmiyor. Eleştirmen ve seyirci puanlarını ortalayan site Rotten Tomatoes‘un verilerine göre sinema yazarlarının %93‘ü, izleyicilerinde %89‘u filme geçer not vermiş. J.J. Abrams’ın yazıp yönettiği film, gişede iki milyar dolar barajını geçen ikinci film olmuş. Döneminde hakkında üretilen tüm içerikleri kontrol edin, hepsi övgüler ve coşkular içerisinde.

Dolayısıyla evet, The Force Awakens genel olarak kötü kabul edilen bir iş değil. Dolayısıyla filmin neden kötü olduğunu sorarken, biraz da kendimize “peki neden iyi kabul edildi?” diye sormamız gerekiyor. Onun cevabı da, inanıyorum ki, şu şarkıda gizli.

Yukarıdaki parça, John Williams’ın film için bestelediği bir eser. Rey’in tema müziği. Dikkatlice dinleyin. İçindeki motif, Williams’ın şüphesiz en iyi eserlerinden biri. Star Wars dokusunu anımsatıyor ve yaşatıyor olmasının yanı sıra, içinde yeni tını grupları da barındırıyor. Aynı teması olduğu Rey karakteri gibi, bir yandan çok tanıdık, bir yandan da son derece ufku geniş. Filmin müziğinin geri kalan eserleri de bu muhteşem aralıkta top oynuyorlar zaten. Klasik ve post-modern ustalıkla yoğruluyor Force Awakens‘ın soundtrack’i dahilinde.

Fakat ben bu filmden çok net bir biçimde “Filmin müzikleri çok zayıftı” diye çıktığımı, bu fikrimi yüksek sesle dile getirdiğimi, herkesin de bu kanaati aşağı yukarı paylaştığını hatırlıyorum. Film ile yapılan eleştirilerde de büyük bir yer tutmuyordu Williams’ın müziği. Bu nasıl olabilir? Albüm tek başına dinlendiğinde bu kadar üst seviye iken, nasıl böyle bir kanaat kurulmasına mesken ortam yaratmış olabilir film? Özellikle de Star Wars’ın önceki filmlerinin müzikleriyle anıldığı su götürmez bir gerçekken, Star Wars denince akla şüphesiz müzik gelirken?

Filmi özellikle YouTube’da denk geldiğim Rey’s Theme‘i dinleyince tekrar izleme kararı alıp, aşağı yukarı da bu soruyu sorarak seyirliğime başladığım için cevabı çok net aradım, ve bulduğuma inanıyorum. Çünkü kullanımı yanlış.

Şu yukarıda izlediğiniz video, hepimizin ezbere bildiği Imperial March‘ın ilk kez duyulduğu sahne. İzleyin. İçinize çekin. Döndürün, bir daha izleyin. Bu sefer detaylara dikkat edin. Fark edin, Imperial March duyulmaya başladığı an diğer tüm sesler kesiliyor. Geniş plan alınmış, içinde çok minimal hareketin olduğu 20’şer saniyelik çekimlerle bir Star Destroyer’ı görüyoruz. Önce tüm haşmetiyle aşağıdan. Sonra uzaktan. Sonra komuta köprüsünden. Vader’ın kaskına yakın çekim iniyor, sonra da geri çekiliyoruz. Vader tüm hükmüyle uzayın karanlığına bakarken, yine hiçbir ses yok. Bizi Imperial March‘tan alıkoyacak hiçbir aşırı hareket yok.

Fark edin ki, Irvin Keshner, George Lucas, Paul Hirsch, Peter Suchitsky ve John Williams burada size tek bir şey anlatmaya çalışıyorlar el birliğiyle. İmparatorluk çok haşmetli. Çok korkunç. Çok karanlık. Çok acımasız. Bu bir inşa sahnesi. Ve inşanın en önemli parçası Williams’ın müziği. Her şey arka plana gidiyor ve sahneye Williams’ın müziği çıkıyor. Siz çok kısa süreliğine Williams’ın notalarıyla özümsüyorsunuz hikayeyi. Bu bilinçli bir tercih, ve Star Wars külliyatında defalarca karşımıza çıkıyor.

Episode IV’ün bitiminden:

Episode III’ün o elim sahnesine kadar.

Söyleyin bana, tüyleriniz diken diken olmadı mı? Tüm o Jedi’lar, silah arkadaşları tarafından ihanete uğrayıp kıyılırken bugün bile boğazınız düğümlenmedi mi? Yoda kalbini tutup iki büklüm olunca, Anakin o ışın kılıcını açınca gözünüz dolmadı mı? Yine söyleyin bana, her şey arka plana gidip de ana sahne Williams’ın muhteşem notalarına bırakılmasa, aynısı yaşanır mıydı sizce yine?

Gelin bir de Force Awakens’ın büyük, dramatik sahnesiyle mukayese yapalım. Buyurun, Starkiller Base’in toplam beş gezegeni bir çırpıda yok etmesinin sahnesi.

https://www.youtube.com/watch?v=-HmWDdmTAE8

Farkı hissettiniz mi?

Hux konuşma yaparken, müzik zaten hiç yok. Sonrasında giren müzik de hemen şarj olan gezegen sesleri, vızıltılar, kalabalık sesleri, çığlıklar, ‘Noluyor abi’ gibi bağrışmalar suretiyle arkaya gömülüyor. Bu kasti bir karar. O ses efektleri oraya kasten eklendi, kasten sesleri müziği bastıracak şekilde ayarlandı. O sesleri duyduğumuz an, hümanize ettik bu anı. Tanıdığımız insansı sesler geldi kulağımıza, insanlaştırdık. Ne oldu? Tüyler diken diken olmadı. Kendimizi çok daha muazzam bir şeyin karşısında ufacık hissedemedik. Huşu ve zerafet öldü gitti. 

Huşu ve zerafet. Öldü. Gitti.

Star Wars Kylo Ren

Bu müziğe özgü ya da müzikle sınırlı bir durum değil. Kylo Ren’de de aynı problem var. Ren’in bize tanıtıldığı sahne, yani Jakku saldırısında kamera o kadar her şeyin dibinde ki; çekimler o kadar tokatlar gibi geçiyor ki bir ötekine, izlediğiniz şey karşınızda büyük duramıyor. Onun yerine sahnenin içindeki bireylere ve detaylara odaklanıyorsunuz. Teatral, operatik hiçbir şey yok. Hayattan büyük karakterler de olamıyor doğal olarak. Bunu sabitleştirmek için de, Ren’le tanıştığımız ilk sahnede karakterlerden biri Ren’i resmen alaya alınca tüm bunlar iyice ayyuka çıkıyor.

Ren’in tecrübesiz, deli dumrul ve ergen bir karakter olduğunu anlatmak için baya Poe’ya taşak geçtirtiyor yani Abrams. Böyle bir karakter yazmayı istemek çok makul, hakeza Kylo Ren’in problemlerinin bir bölümünün Adam Driver’dan kaynaklandığını da inkar edemeyiz. Ancak böylesi bir karakteri, o teatral haşmeti baya insansı, gerçek hayatı size hatırlatacak replik ve diyaloglarla bozmadan da vermek mümkün değil miydi?

E mümkündü ve George Lucas bunu daha önce de yapmıştı zaten.

Anakin Attack of the Clones

Berbat diyalogları es geçin, atlayın. George Lucas Anakin’in kontrolsüz ve ergen ve kaprisli ve iç çatışmalar yaşayan bir insan olduğunu göstermek için ne yaptı Episode II’de? Katliam yaptırdı. Ne kadar kocaman bir şey bu görebiliyor musunuz? Gitti ve annesini öldürdüler diye komple bir ulusu kırdı Anakin. Sonrada gelip sevdiği kadına tirad çekti. Kylo Ren’in karakterini böylesi bir renkte çizmek lazım olduğunda Abrams’ın tercihi ne yönde oldu? Konsol dövdü Ren. Sinirinden konsol dövdü. Senin evde de yapabileceğin bir şey. Hatta daha da fenası, senin evde de yaptığın bir şey.

Eğer Oscar için yarışan bir otobiyografi izleseydim, kendimi karakterde bulmam eminim tercihim olurdu. Karakterle köprü kurar, içine girer, yaşadığı senaryoların benim başıma geliyor olmasını hayal eder ve böylelikle o karakterle birlikte o durumları içimde solurdum. Ama böyle bir şeyi The Force Awakens‘da yapmaya çalıştığımda tökezliyorum, çünkü benim empati kuramadığım durumlar çıkıyor karşıma. En temel tanesi filmin adında mesela. The Force. Bu nedir ben bilmiyorum. Hayatımda görmedim. Hissetmedim, kullanmadım. Dolayısıyla bir bireyin, bu konsept ekseninde yaşadığı içsel çekişmeyi aktaramazsın bana seyirci olarak.

Ama bu konsepti kullanarak, karanlık ve aydınlık arasında geçen muhteşem bir savaşı anlatabilirsin. İçindeki karakterlerin tümünden büyük; onların şahsi ihtiraslarından da, onları izleyenlerden de yukarıda bir şey koyabilirsin ortaya. Bir Rönesans tablosu gibi, bir senfoni orkestrasının konseri gibi, muhteşem bir katedral gibi. Bir destan gibi.

Bir saga gibi.

Bir uzay operası gibi.

01 Star Wars

The Force Awakens bunların hiçbirini yapamadığı gibi, bilerek ve isteyerek insansılaştırmaya, huşusunu ve zerafetini emip atmaya kalkıştığı evrenin içinde insansı bir hikaye de anlatamıyor. Bütün film bu kurallar dahilinde işleyip, salt ahlaki ikilem yaşayan Stormtrooper FN-2187’nin macerası olsa bir yandan mesela, aradığımızı bulamadığımıza üzülür ama olan şeyi olduğu hâliyle takdir etmeye çalışırız. Ancak hayır, film o FN-2187’nin yanına teatral ve destansı Rey’i koyuyor.

Bu kafa karışıklığı filmin her köşesinde var. Ben mesela seyirci olarak işinin neleri içerdiğini görünce isyan edip kaçan Finn’in sonra dönüp muhtemelen kendisi gibi küçük yaşta ailesinden kopartılmış silah arkadaşlarını baya uzay gemisi silahıyla vurmasını sorgularken buluyorum. Bunu hiçbir zaman önceki Star Wars filmlerinde sorgulamamıştım örneğin. Çünkü önceki Star Wars filmlerinde hiçbir zaman piyon askerler insansılaştırılmamışlardı. Rebel askerlerinden, Stormtrooper ve Clone Trooper’lara ve hatta Roger, Roger droidlere kadar.

CLone Wars

Filmin gerçekten en temel, en kilit problemi bu. Filmin A New Hope ile aynı konuya sahip olması da bu yüzden ekstra batıyor. Star Wars evreninin o sizi ekran karşısında küçücük hissettiren haşmeti, teatrikalitesi, operatik doğası unufak olmuş. Çarçur olmuş. Bir de yerine orijinal bir şey, tutarlı bir vizyon da konulmamış üstelik. Önceki haşmetin şeklen kopyası alınıp baskıya verilmiş, o kadar. Dolayısıyla sağlıklı bir yorum da yok karşımızda.

Aslında tüm sorunlar filmin başlıklamasında da gizli bir yandan. The Force Awakens’ın en büyük problemi, ne bir “A Star Wars Story” , ne de uçsuz bucaksız, operatik ve teatral bir destanın “Episode“‘u olamaması. Ne iyi bir yaşamdan parça hikayesi. Ne de yaşamdan büyük bir saga. Arada derede bir şey.

Şimdiki ümit, en büyük ümit, yeni ümit hatta, Rian Johnson’ın bu hataya düşmemesi ve Abrams’ın bıraktığı yerden doğru, tutarlı bir tonla devam etmesi. Belki Johnson filmin ya biri, ya da öteki olması gerektiğini çözer ve ona göre hareket eder. Naçizane bu yazarın ümidi, o teatralliğin yakalanması ve seyircinin koskocaman bir öykünün karşısında unufak kalmasıdır. Ama ötekinde de bir doğrultu tutturulacaksa, ona da vardır.

Ama dürüst olalım.

Bunun olma ihtimali 3720’de 1.

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.