Joker filmine hepimiz gittik değil mi? Eğer bu yazıyı okuyacak kadar vaktiniz var ve hala Joker filmine gitmediyseniz mutlaka ama mutlaka gidin! Ha ben gitmeden önce film hakkında biraz fikir almak istiyorum diyorsanız onun için de yanlış yere geldiniz. Film hakkındaki görüşlerimizi spoilersız olarak şu yazıda ve bu videoda güzel güzel konuştuk biz. Bugün ise artık yasakları kaldırıyoruz ve spoilerlı bir şekilde döne döne Joker öveceğiz hazırsanız başlayalım.
Bildiğiniz gibi Joker bu film ile birlikte çok uzun yıllardır sahip olmadığı bir şeye, bir isme sahip oldu. Hikâyemiz Arthur Fleck adındaki kendi halinde yaşayan bir adamın Joker olma hikâyesini anlatıyor. Ama herkesin düştüğü yanılgıya düşmeyin sakın! Bu Joker’in içinde bulunduğu bir hikâye değil, bu bir Joker hikâyesi.
Arthur Fleck, Gotham’da yaşayan ve etkinliklere palyaço gönderen bir şirkette çalışan sıradan bir adam. Her gün istemediği bir işte çalışıp, istemediği yollardan evine gitmek zorunda kalıyor ve kötü bir apartman dairesinde annesiyle beraber yaşıyor. O kadar sıradan bir insan ki kalabalıkta onu fark edeceğiniz, onu diğer insanlardan hatta sizden ya da bizden ayıracak tek bir özelliği yok. Uzun lafın kısası Arthur bir kaybeden…
Arthur’un normal insanlardan bir farkı olmadığını söyledik ama bu tam olarak doğru değil. Kendisinin psikolojik rahatsızlıkları sebebiyle kötü hissettiğinde gülmesine sebep olan bir rahatsızlığı var. Bu psikolojik rahatsızlıkları en aza indirmek için terapi seanslarına gidiyor ve bol miktarda ilaç kullanıyor. Bütün bunları anlatıyorum çünkü Arthur’un sanıldığı aksine “tek bir kötü gün” geçirmediğini, bütün hayatının en başından beri kötü günlerin devamından oluştuğunu anlamanızı istiyorum.
Sinemaya giden herkes gibi ben de daha önce okuduğum kısıtlı Joker çizgi romanları ile analiz etmeye çalıştım filmi. Her sahnede bir panel, bir diyalog, bir benzerlik aradım. Film tam anlamıyla hiçbir çizgi roman ile tamamen uyuşmuyor. Yine de filmin bütününe bakarken Killing Joke çizgi romanını aklınıza getirmeden edemiyorsunuz.
Arthur istemediği bir işte çalışıyor dedik ama istediği işten hiç bahsetmedik. Bir palyaço olarak mecbur kaldığı etkinliklere giderken bir yandan da bir stand-up gösterisi yapmanın hayalini kuruyor. Akşamları evde annesi ile beraber televizyonda Murray Franklin’in showunu izleyerek bir anda hayallere kapılıyor. Kendi evinde otururken aniden Murray’in konuğu oluyor, ondan güzel iltifatlar alıyor hatta kendini Murray’in oğlu yerine koyuyor.
Aslında Arthur, düşündüğümüzün aksine toplumdan körü körüne nefret eden biri değil. O, kalabalıklar içinde sıradanlığı yüzünden acı çeken birisi sadece. Toplumdan nefret ediyor çünkü kalabalıklar arasındaki görünmezliğinden nefret ediyor. O da fark edilmek, ilgi görmek, iltifat almak hatta sevilmek istiyor. Toplum ise ondan bunu esirgiyor. Film hakkında oluşan ilk fikir ayrılıkları, burada oluşuyor. Kimimiz Arthur’un Joker’inin topluma yaranma duygusunu Joker ile bağdaştıramıyor, kimimiz de kendimizden bir parça görüp empati kurduğumuz için yiyoruz. Tabii, filmin Joker ile bir empati kurdurması doğru bir şey mi, bu da tartışmalı.
Söylediğim gibi Arthur’un Joker’e dönüşmesi basit bir “tek günden” oluşmuyor. O zaten kötü günlerin arka arkaya gelmesinden oluşan bir hayat yaşıyor. Sadece bu kötü günlerin en kötüsünde Arthur ilk defa kendini savunacak bir materyale, bir silaha sahip oluyor ve bir anda kendisini döven üç kişinin ölümüne sebep oluyor.
Bundan sonra Arthur, direkt olarak kendisinin olmasa da taktığı palyaço maskesinin sonunda toplumda bir yer edindiğini görüyor. Şehrin üç zengin züppesini vuran palyaço, bir anda kahraman ilan ediliyor ve Arthur bunları karanlıklardan sevinerek izliyor. Çünkü ilk defa toplumun bir kısmı onu onaylıyor, yaptığı bir şeyden dolayı onu kabul ediyor. Arthur’un ise bu sevgi sonucunda kendine olan özgüveni geri geliyor ve belki de hayatında ilk kez işler yolunda gidiyor.
Film, tam bu noktada Arthur’a ikinci bir düşüş yaşatıyor. Annesinin Thomas Wayne’e gönderdiği bir mektup üzerine kendisinin Thomas Wayne’nin annesi ile yaşadığı yasak aşkın bir meyvesi olduğunu öğreniyor. Bu noktada Joker’e dönüşecek adam Thomas Wayne’nin evine gidiyor ve daha sonra Batman’e dönüşecek çocuğa sihir numaraları yapıyor. Filmin bu kısmı ise birazcık tartışmaya açık.
Bildiğiniz gibi çoğu zaman Batman ve Joker bir madalyonun iki yüzü olarak resmedilmiştir. Hatta çizgi roman tarihinin en uçuk teorilerinden bir tanesinde Batman’in olduğu kişiye dönüşmesi için geçmişe gidip kendi ailesini vurmasını ve daha sonra geçmişe giden Batman’in bu yükü kaldıramayıp delirerek Joker’e dönüşmesini anlatılır. Zannediyorum yönetmen Todd Philips, bu kontrastı filminde istemiş olacak ki birkaç dakika da olsa Arthur Fleck ile Bruce Wayne’i üvey kardeşler olarak gösteriyor. Bu durum ise Arthur’un annesinin psikolojik sorunları olduğunu ve Arthur’u yetimhaneden evlat edindiğini öğrenmemiz ile son buluyor.
Arthur’un geri dönülemez düşüşü tam bu noktada başlıyor demek yanlış olmaz. Evlatlık olduğunun, küçükken şiddete maruz kaldığının ve çok sevdiği annesinin bütün bunlar hakkında kendisine yalan söylediğinin farkına varan Arthur, annesinin kaldığı hastane odasında bir baba figürü olarak gördüğü Murray’in kendi stand-up showuyla dalga geçtiğini görüyor ve artık ok yaydan çıkıyor.
Bu noktada filmimiz çok uzun bir süre boyunca Arthur’un yol açtığı kargaşayı, bir de canlı yayında kendini vurarak taçlandıracağını düşündürtüyor. Arthur, Murray’in showunda yapacağı son şakayı tekrar ederken sizin de kafanızda “Acaba gerçekten vuracak mı?” diye soru işaretleri beliriyor. Açıkça söylemek gerekirse filmden önce ikinci filmin gelmeyeceği haberlerini okuduktan sonra bu seçeneğe ister istemez inanmıştım. Hatta gerçek Joker’in Arthur değil belki de Arthur’un kendini vurduğu gece televizyona bakıp etkilenen bir çocuk veya bir genç olacağını düşünmeye başlamıştım. Ama hayır hiç de öyle olmadı ve Arthur, Murray’in kafasına silahı doğrultup tetiği çekti. Böylece aslında Murray’in ölümüyle beraber Arthur Fleck de öldü ve Joker doğdu.
Filmin bundan sonraki kalan kısmında ise Joker’in başlattığı kaos ortamının Gotham’ı nasıl ele geçirdiğini görüyoruz. Hatta Joker’in Joker olduğu gece çıkan kargaşa ortamında, sinemadan çıkıp evine sağ salim gitmek isteyen Wayne ailesinin o meşhur silahlı saldırıya uğramaları yeniden izliyoruz. Böylece Joker doğarken biricik düşmanı Bruce Wayne’nin de Batman olmasına yol açan olaya neden olduğunu görüyoruz.
Bu kısma kadar okuduysanız genel olarak filmi kısa bir özet halinde anlatarak birkaç yorum ile geçiştirdiğimi fark etmişsinizdir. Şimdi ise asıl yorumlarıma geçmek istiyorum. Aslında en başta yaptığım yorumu yeniliyorum ama bu film bir Joker filmi değildi aslında. Bu film Arthur Fleck adındaki sıradan bir adamın Joker’e dönüşme yolculuğunu anlatan bir hikâyeydi. Buna itirazım mı var? Asla. Joker filminin beğenen ve beğenmeyen insanların olduğunu söylemiştim. Ben beğenen hatta bayılan kısımdayım açıkçası.
Öncelikle gelin filmin en çok övülecek kısmını, Joaquin Phoenix’in oyunculuğunu övelim. Adam böyle oynamak için gidip Arkham Asylum’da belli bir zaman mı geçirmiş bilmiyorum ama yaptığı hiçbir hareketi ikinci kere düşünmedim. Buna oyunculuk demek bir noktadan sonra yanlış hissettiriyor bana. Adama Joker oyna demişler adam bir anda Joker olmuş. Özellikle filmin her karesinde kameranın Joker’e odaklandığı bir filmde bu kadar kusursuz bir iş çıkarmak filmi olduğundan çok daha kaliteli bir eser yapıyor.
Filmde çok kritik bir karar kullanılmış aslında; Joker’in gülme krizleri. Daha önce bahsettiğimiz gibi Joker’in kendini rahatsız hissettiğinde bir anda gülme krizlerine tutulmak gibi bir problemi var. Bu gülme problemi kağıt üstünde inanılmaz basit ve hatta eğer çok uzun sürerse irrite edici bir fikirmiş gibi geliyor. Ama Joaquin Phoenix bunu o kadar mükemmel bir şekilde kotarıyor ki Joker gülerken rahatsız oluyorsunuz ama bu kötü anlamda bir rahatsızlık değil. Karakterin durumu direkt olarak size geçiyor bu kahkahalarla. Joker’in koridorda yürürken arkasından yapılan bir espriye kahkahalarla güldüğü ama köşeyi dönünce birden kahkahasını kestiği sahneye ne desem bilemiyorum. Dediğim gibi buna oyunculuk demek bence haksızlık.
Filmde sevdiğim çok fazla sahne vardı aslında. Joker’in arabanın üstüne çıkıp kendi kanıyla yüzüne bir gülümseme çizmesi çok uzun bir süre akıllarda yer edecek mesela. Ama benim filmde en çok sevdiğim sahne filmin son sahnesiydi. Joker’in akıl hastanesinde psikiyatrisiyle konuştuğu sahne. O sahnede sevdiğim tek bir şey değil, iki şey vardı.
Birincisi Joker’in aklına bir şakanın gelmesi ama bunu duymak isteyen psikiyatrise “Anlatsam da anlamazsın” dediği sahneydi. Bu sahnede aklıma direkt Killing Joke’da Joker’in Batman’e anlattığı şaka geldi. Belki de Joker’in anlayacak birinin karşısına çıkması için yıllarca bekleyeceği ve sonunda Batman’e anlatacağı şaka aynı şakaydı. Sahnenin en sevdiğim ikinci kısmı ise Joker’in psikiyatrist ile konuşması bitirdikten sonra sakince koridordan yürürken birden ayakkabılarıyla kan izi bıraktığını gördüğümüz sahne. Bu sahnede de hiç şüphesiz herkesin aklına No Country For Old Men filminde Anton Chigurh’un ayakkabılarını temizlediği o efsanevi sahne gelmiştir.
Joker filminin bana göre en övülmeyi hak eden ama övülmeyen şeyi ise dans. Evet evet doğru duydunuz. Filmin başlangıcından sonuna kadar Joker aslında “yorumsal dans” denen bir dans etme metodunu kullanıyor. Filmin başında daha çekingen dans figürleri sergilerken duyguları değiştikçe dansını daha farklı yorumlamaya başlıyor. Zamanla özgüveni yerine oturdukça artık daha cesur ve daha saldırgan figürler sergiliyor. Son olarak Murray’in programına çıkmadan önce yapacağı şeyden emin bir şekilde büyük bir iç huzur kazanıyor. Ve biliyorum bana inanmayacaksınız ama bütün bunları dans figürlerinde söylüyor. Buna filmin şahane müzik seçimleri de eşlik ediyor tabii ki.
Filmin zayıf bulduğum noktaları ise maalesef yok değil. Filmde Joker’in bu kadar baskın olması etrafındaki diğer herkesi silik bir hale getirmişti. Bu yüzden filmdeki çoğu diyalog aklımdan silinip gitti bile. Buna ek olarak maalesef Joker’in de iyi yazılmış monologlardan yoksun olması ne yazık ki filmin bana göre zayıf olan yerlerindendi.
Diğer bir zayıflık ise kıyısından köşesinden bu filmin Thomas Wayne ve DC evrenine olan bağlantısıydı. Hani bir noktada “Thomas Wayne görmeseydik ne değişirdi, Alfred’i görmemize gerek var mıydı, Bruce ve Arthur’un arasındaki sahneler birazcık zorlama mıydı?” diye düşünmeden etmedim değil. Hani Thomas Wayne’i çıkartıp atsak yerine yine belediye başkanlığına adaylığını koyan başka bir zengin adam görsek çok bir şey değişir miydi? Bilemiyorum…
Film ile söylenecek daha çok şey çıkacaktır buna eminim. Ama şimdilik Joker filminden benim ilk izlenimlerim bunlar. Siz nasıl buldunuz Joker’i? Yorumlara yazın konuşalım.
4 Comments
İzlerken bu dans mevzusuna ben de çok hayran kaldım ve çok keyif aldım. Bu yan karakterlerin zayıf olmasını da çok dert etmedim. Bence karakterimiz Joker olduğu için bilinçli bir tercihle yan karakterleri umursamamışlar. Thomas Wayne’i de inci kolye sahnesi için koymuşlar gibi. Ama Batman’le Joker’in kardeş olabilme ihtimali izlerken çok heyecanlandırdı. O yüzden Thomas’a da okay oldum. Çok iyi yazı teşekkür ederim.
Haberlerinize yorum özelliğinin geri gelmesine sevindim. Öncelikle bunu belirteyim, teşekkür ederim. Filmi dün akşam gördüm, Yazınızı da şimdi okudum, sıcağı sıcağına birkaç şey söylemek isterim. Joker ile bir empati kurdurması doğru bir şey. Zaten film, izleyene kendi içinde sorular sorduruyor. Adeta sen neden delirmedin diyor. Haksızlık, ayrımcılık, yozlaşma dünyanın her yerine yayılmışken, biz hepimiz filmden sonra çıktık normal hayata karıştık. Asıl delinin biz olduğu, yoğun anarşizm ve terörizm güzellemesiyle yüzümüze vuruldu bitti, geçti, gitti.
Ayrıca… Arthur’un Thomas Wayne’in oğlu olup olmadığı kesin bir şekilde açıklığa kavuşmadı çünkü son sahnelerden birinde annesinin fotoğrafının arkasında, TW imzasıyla, direkt olarak annesine hitap eden bir iltifat yazılıydı. Annesinin de dediği gibi hepsini Thomas Wayne ayarlamış olması ya da o yazıyı bile Arthur, kendi kafasında hayal etmiş olması mümkün. Tabii ki tüm film, Joker, yine geçmişini yanlış hatırlıyor da olabilir.
Joker’in geçmişini kesin bir şekilde açıklamak gayesi gütmesine rağmen filmi çok beğendim ama film içindeki Yeşilçamvari baba-evlat karmaşasını beğenmedim. Hele ki yaşlanmış Thomas Wayne’in 10 yaşında oğlu olmasını, hatta arkasından gerçekten yas tutulabilmesi gereken bir baba, patron, hayırsever portresini yıkıp, “Tüm zenginler birer pisliktir” düzeyine indirilmesini hiç beğenmedim. “What if?” başka bir şey, durumdan maksimum dram çıkarmaya çalışmak başka.
İlk paragrafta “şu yazı”yı ve “bu video”yu linklemeyi unutmuşsunuz. 🙂
Düzeltidi, teşekkür ederiz 🙂