Açık açık konuşalım, bir filmin kitabını okumak için pek bir sebep yok. Bir filmin ya da oyunun kitabı üründen öteye geçemiyor. Koleksiyoncuysanız alır rafınıza koyarsınız belki. Çok hayranı olduğunuz bir şeyse belki, alırsınız. Yani zaten okumak için üretilmemiştir o eser, alınmak için üretilmiştir. Çünkü olay oyundaki balta fırlatma mekaniği ya da filmdeki ışıldayan kılıçlarla dövüş olunca bunları kitaba uyarlamak, nereden baksanız, mantıksız.
Ama evet, istisnalar var. Bugün biraz Matthew Stover’dan bahsedeceğiz çünkü Revenge Of The Sith’in novelizasyonu ilginç. Belki güzel denilebilir. Sadece Padmé’nin karakteri inanılmaz kötü yazılmış ama bu Matthew Stover ile George Lucas’ın bir ortak noktası, ben sadece kadın karakter yazmak neden bu kadar zor diye sorup çekiliyorum aradan. Yani evet, kitap ilgi çekici ve bunun sebepleri bariz. İlki, onun da yıllar önce röportajlarda söylediği gibi, kendisi filmde zaten keyifle izleyebileceğimiz şeylere odaklanmaması. Karakterlere ve duygulara odaklandığını söylüyor ve şahsen ışıklı mışıklı kılıç dövüşlerini de sevsem de ben de onun odaklandığı şeye bayılıyorum.
İkinci sebep: Stover’ın özel olarak odaklanması kadar, zaten bir kitabın kaderi budur diyorum. Kitaplar iç dünya anlatırlar. Aynı zaman diliminde geçen aynı olayı anlatan kitap, bize filmden daha çok bilgi verir diyorum ben. Çünkü bir bakış açısı belirleyecek yazar, sonra o karakterin kafasına girecek.
Üçüncü sebep de şu: Revenge Of The Sith çok çarpık bir film. Evet, bu kadar. Ben seviyor muyum? Evet. Ben Star Wars’u seviyorum zaten, şu an bu yazıyı okuyorsanız siz de seviyorsunuz. Ama prequeller hikâye anlatıcılığı bakımından, tempo, ritim, akış, artık ne derseniz deyin, sıkıntılı. Hem de epeyce. Bu da bariz bir gerçek. Bir kere filmi tekrar yazma görevi verilince de yazar mecburen “daha iyisini” yapıyor. Biraz cüretkâr bir ifade bu, farkındayım. Ama pürüzleri törpülüyor, diyalogları düzeltiyor, acele edilen yerleri yavaşlatıyor, sıkıcı kısımları kısaltıyor yazar. Bir de kesilen sahneleri görme imkânına erişiyoruz. Ancak tabii, sonuç olarak, kitap elbette bir senaryo taslağından da fazlası, ilgi çekici kısım da tam burada olabilir. O zaman en iyisi ben size alıntıları göstereyim, buyurun.
1.
That is the kind of fear that lives inside Anakin Skywalker: the dragon of that dead star. It is an ancient, cold dead voice within his heart that whispers all things die…
Anakin Skywalker’ın içinde işte böyle bir korku yaşıyordu: o ölü yıldızın ejderhası. Kalbindeki, her şeyin öldüğünü fısıldayan kadim, soğuk, cansız ses.
Pürüzleri törpülemek dedim. İşte şimdi rahatça göreceksiniz bunu. Anakin’in ahlaki olarak 180 derece döndüğü bir filmden bahsediyoruz, ihanet anlatılarının en popüleri. Ama film hızlı ve aksak adımlarla ihanete atladığı için eleştiriliyor. Stover ise kitap boyunca bunu düzeltmeye başlıyor, ilk paragraflardan bize Anakin’in en büyük korkusunu gösteriyor: Ölüm. Yıldızların bile öldüğünü öğrendiği günden beri, ki kendisi için ciddi bir travma bu, Anakin’in kalbinde ona fısıldayan soğuk ses. Her şey ölür. Her şey, herkes.
2.
“His Master was my Padawan; in a sense, he’s practically my grandson—”
“Kenobi must die. Today. At your hand. His death may be the code key of the final lock that will seal Skywalker to us forever.”
“Onun ustası benim Padawan’ımdı, bir bakımdan, hemen hemen benim torunum sayılır–” “Kenobi ölmeli. Bugün. Senin elinden. Onun ölümü Skywalker’ı bize mühürleyecek nihai kilidin anahtarı olacak.”
Bu alıntıyla ilgili iki şey var, ilki Dooku’nun Obi-wan’a torun gözüyle bakmasının komikliği. Zaten kitabın en güzel şeylerinden biri Dooku’nun bakış açısından bir bölüm okumamız. İkincisi, Palpatine’in planı. Padmé’den önce Obi-wan’ın ölümünün Anakin’i uçlara itecek bir anahtar olduğunu düşünüyor Palpatine. Yavaş yavaş yaklaşan, kaçınılmaz son daha da bir hüzünlü oluyor.
3.
Dooku had always preferred an educated audience.
At least Palpatine was here, shackled within the great chair at the far end of the room, the space battle whirling upon the view wall behind him as though his stark silhouette spread great wings of war.
But Palpatine was less audience than he was author.
Not at all the same thing.
Dooku, bilgili bir seyirciyi her zaman tercih ederdi.
En azından Palpatine buradaydı, odanın diğer ucundaki geniş sandalyeye zincirlenmişti, arkasındaki pencerede yer alan uzay dalaşı sanki savaştan yapılma kanatlar gibi silüetinden iki yana uzanıyordu.
Ama Palpatine, seyirciden çok yazarın kendisiydi.
Bu da kesinlikle bambaşka bir şeydi.
Palpatine’in seyirciden çok yazar olması yerinde bir tanım ve elbette biraz kan dondurucu. Dooku’nun kendini beğenmiş tarzına diyecek bir şey yok.
4.
“Or maybe I should say, were two of you,” the young Jedi went on. “We’re on to your partner Sidious; we tracked him all over the galaxy. He’s probably in Jedi custody right now.”
“Is he?” Dooku relaxed. He was terribly, terribly tempted to wink at Palpatine, but of course that would never do. “How fortunate for you.”
“Yoksa ikiniz mi demeliyim?” diye devam etti genç Jedi. “Partnerin Sidious’un peşindeyiz, onu tüm Galaksi boyunca takip ettik. Muhtemelen Jedi’lar onu şimdiye gözaltına almıştır.”
“Öyle mi?” Dooku rahatladı. Bir an için Palpatine’e göz kırpmanın feci cazibesine kapıldı ancak tabii ki asla böyle bir şey yapmazdı. “Ne şanslısınız.”
Kitapta ne alıntılar, ne dövüşler, ne hüzünler var. Ama, ama, ama, bu sahne çok büyük kahkaha attırıyor. Çünkü zaten Revenge Of The Sith’i bir kere izledikten sonra, öyle ya da böyle Palpatine’in kim olduğunu öğrendikten sonra her şey komikleşiyor. Tüm prequeller inanılmaz garip ve komik sahneler bütününe dönüyor. Obi-wan, Galaksi’yi yöneten Sith Lord’unun kendisine “Merak etmeyin Şansölye, Sith Lordları uzmanlık alanımızdır.” demiş oluyor. Gel de gülme. Dooku’nun tam şu noktada Palpatine’e göz kırptığını bir hayal eder misiniz lütfen?
5.
Skywalker was a natural.
There was a thermonuclear furnace where his heart should be, and it was burning through the firewalls of his Jedi training. He held the Force in the clench of a white-hot fist.
He was half Sith already, and he didn’t even know it.
Skywalker doğuştan yetenekliydi.
Kalbinin olması gereken yerde, Jedi eğitiminin duvarlarını yakan, termonükleer bir fırın vardı. Güç’ü, akkor yumruğunun içinde tutuyordu.
Çoktan yarı yarıya Sith’ti ve bunu bilmiyordu bile.
En şaşırtıcı alıntı bu. “Şimdiden yarı yarıya Sith’ti ama farkında bile değildi.” demek çok şey değiştiriyor. Ve hiçbir şey değiştirmiyor. Yine Stover’ın aslında Anakin’in dönüşümünü yumuşatmak istediğini görebiliyoruz. Filmde bir anda fikir değiştiren Anakin zaten hali hazırda çok dalgalı bir durumda, Dooku bile görebiliyor bunu hem de sadece dövüşürken.
6.
“We may be sure Palpatine wrote it himself and passed it along to someone he controls—to make it look like the Senate is once more ‘forcing him to reluctantly accept extra powers in the name of security.’ We are afraid that they will continue to do so until one day he’s ‘forced to reluctantly accept’ dictatorship for life!”
“Tasarıyı Palpatine’in kendisinin yazıp kontrol ettiği birine verdiğine emin olabiliriz, hem de Senato sanki onu bir kez daha güvenlik adına ilave yetkiyi kabul etmeye zorluyormuş gibi göstermek için. Günün birinde ‘zorla hayat boyu diktatörlüğü’ kabul etmesinden korkuyoruz.”
Elbette Star Wars’un en güzel kısmı, George Lucas’ın bazen seyirciyi bıktırmak pahasına uzattığı kısmı, yani politika kitapta da kendine yer buluyor. İstemeye istemeye, başkaları tarafından zorlandığı için, durum öyle el verdiği için inanılmaz politik güçler elde eden yozlaşmış politikacılar tarih kitaplarından da tanıdık. Palpatine’in olayı kızıl ışın kılıcı ya da Sith Lordu olmak değil, manipülatif bir politikacı olmak, eğer bana sorarsanız. Ve eninde sonunda bu manipülatif politikacıların eline o gücü tutuşturan birileri var. Ayrıca filmin göstermediği bir taraf var kitapta, Jedi Konsey’i daha çok politika konuşuyor ve olaylara daha hakim duruyorlar.
7.
Anakin disliked living mounts almost as much as Obi-Wan hated to fly. Obi-Wan had long suspected that it was Anakin’s gift with machines that worked against him with suubatar or dewback or bantha; he could never get entirely comfortable riding anything with a mind of its own. He could vividly imagine Anakin’s complaints as he climbed into one of these saddles.
Obi-wan uçmaktan ne kadar nefret ediyorsa Anakin de canlı bineklerden o kadar hoşlanmıyordu. Obi-wan epeydir Anakin’in makinelere karşı yeteneğinin mevzu bir suubatara, dewbacke ya da banthaya gelince aleyhine işlediğinden şüpheleniyordu, Anakin kendi zihni olan olan bir şeyi sürerken asla tam anlamıyla rahatlayamazdı. Obi-wan, eyerlerden birine tırmanırken Anakin’in sızlanışını neredeyse duyabiliyordu.
Bu çok küçük bir şey, kitabı okuduktan sonra akılda kalacak filan bile değil. Ama en başta bir kitap filmden daha fazla bilgi açığa çıkarmak zorundadır dememin sebebi bu. Kitap boyunca kılıç dövüş sahneleri, uzay gemisiyle çatışma sahneleri var, doğal olarak. Ama dövüşü tasvir etmekle vakit kaybedeceğine örneğin, kılıç tekniklerinden bahsediyor, Soresu diyor, Vaapad diyor, ilgi çekiyor.
Aynı şekilde Obi-wan Boga’yla tanışırken Anakin’in “kendi zihni olan şeylere” binmeyi sevmemesinden bahsetmek de zekice. Anakin’in kontrol takıntısı da bir miktar su yüzüne çıkıyor. Hoş detaylar.
8.
Which made him also aware, again without surprise and without distress, that he would very likely die here.
Contemplation of death brought only one slight sting of regret, and more than a bit of puzzlement. Until this very moment, he had never realized he’d always expected, for no discernible reason— That when he died, Anakin would be with him.
How curious, he thought, and then he turned his mind to business.
Ki yine, herhangi bir şaşkınlık ya da sıkıntı duymaksızın fark etti ki kuvvetle muhtemel burada ölecekti.
Ölüm düşüncesi sadece pişmanlığın ufak bir sızısını, epeyce de kafa karışıklığını getirdi. Bu ana kadar, hiç fark etmeden, hiçbir elle tutulabilir sebep olmaksızın… Öldüğünde Anakin’in yanında olmasını beklemişti.
Ne garip, diye düşündü Obi-wan ve kafasını işine verdi.
Evet. Öngörüye bakın. Attack Of The Clones’da Obi-wan’ın Anakin’e, “Ölümüm senin yüzünden olacak bıktım!” dediğini hatırlıyor musunuz? Burada üzücü olan bu cümle değil belki de. Yani evet, bu öngörü üzücü ama… Anakin’in, “Benim babam gibisin Obi-wan, nasıl dersin böyle bir şey?” diye tepki vermesi daha üzücü, bana kalırsa.
9.
Clone Wars have always been, in and of themselves, from their very inception, the revenge of the Sith.
Klon Savaşları, bütünüyle, en başından beri Sith’in intikamından başka bir şey değildi.
Elbette. Filmin ismi anlam kazanıyor biraz. Bir savaşı, Galaktik boyuttaki bir savaşı gölgelerden yönetmenin nasıl bir intikam olduğunu düşündürüyor. Birkaç paragraf sonra “Order 66 savaşın doruk noktasıydı,” diyor, “ama ne öyle görkemli bir şeydi ne de destansı bir mücadelenin zirvesiydi. Çünkü ortada destansı mücadele filan yoktu.”
10.
This was not Sith against Jedi. This was not light against dark or good against evil; it had nothing to do with duty or philosophy, religion or morals. It was Anakin against Obi-Wan. Personally. Just the two of them, and the damage they had done to each other.
Bu Sith’e karşı Jedi değildi. Bu, ne aydınlığın karanlıkla savaşıydı ne de iyi ile kötünün çatışması. Görevle, felsefeyle, inançla ya da ahlakla bir alakası yoktu. Bu, Anakin’le Obi-wan’ın çatışmasıydı. Kişiseldi. Sadece ikisi ve birbirlerine verdikleri zarardı.
Mustafar’a geldik. İki eski arkadaş kılıçlarını birbirine çekti. Çalan müziğin bile adı “Battle of Heroes”. Herkes bu dövüşü “Sith vs. Jedi” olarak görüyor. İyi ve kötünün nihai savaşı. Ama kitap bu fikri alıp camdan dışarı fırlatıyor. Bir düşünün, çok garip. Bir de daha üzücü. Güzel ya da çirkin demiyorum, yakıştıracağım tek sıfat “farklı” olabilir, farklı bir bakış açısı bu. Bu bakış açısı diyor ki “Sith ve Jedi mı? Palpatine ile Yoda olabilir, belki… Ama Anakin ve Obi-wan? Yok, yok öyle bir şey. İki arkadaşın dövüşü bu.”
Bonus
Below his feet, Darth Vader burst into flame. “I hate you,” he screamed.
Obi-Wan looked down. It would be a mercy to kill him. He was not feeling merciful.
Ayağının altında, Darth Vader alevlere büründü. “Senden nefret ediyorum,” diye çığlık attı.
Obi-wan başını eğdi. Onu öldürmek merhametli olurdu. Merhametli hissetmiyordu.
Başlıkta “yürek dağlayan” demiştim.
Yine sert ve farklı bir bakış açısı. Ama kendiyle biraz çelişiyor çünkü birkaç paragraf sonra “Her ne olursa olsun Obi-wan hâlâ bir Jedi’ydı ve savunmasız bir adamı öldüremezdi.” diyor. Yani, hem evet, peki, hem de az buz bir olay değil ki böyle açıklayalım. George Lucas’ın bu sahne için her tercihi en başından radikal zaten. Sinema tarihinin aynı anda en eğreti duran en çok da insanı üzen sahnelerinden olmayı öyle ya da böyle başarmış. Yine de “Obi-wan merhametli hissetmiyordu.” bayağı ağır, kabul edelim.
Kitap “sevgi yıldızları bile yakabilir” ana fikirli bir epilogla bitiyor, başlangıç ise hatırlarsanız Anakin’in ölen yıldızlar ile yaşadığı travma ile yapılmıştı. Yani temiz bir bitiş olduğu söylenebilir, bir daire çiziyor sonunda ve George Lucas’ın yorumu geliyor akla “It’s like poetry, it rhymes.”
Siz ne diyorsunuz? Sizce kitap, filmin aksaklılarını düzeltebilmiş mi?