Sizlere bir süredir fumetti denen bir şeyden, İtalyanların ABD çizgi romanlarından etkilenerek başlattığı ama sonra kendini keşfedip bir ekole dönüşen İtalyan çizgi romanından bahsediyoruz. Bu bahiste yerli sanatçıların İtalyan ekolünden etkilenerek yarattığı birtakım çizgi romanlardan da söz etmişliğimiz var. Şimdi ise daha önce bahsettiklerimizden çok daha büyük bir etkileşimi sizlere anlatmak istiyoruz ve bu etkileşimin baş rolleri yine fumetti ve Türkiye.
60’lı yılların başında sinema, çoğu ülkede olduğu gibi Türkiye’de de ana eğlence kaynağıydı. Günümüzün aksine devlet de halk da yerli sinemaya saygı duyuyor ve destek veriyordu. Bu yüzden sinema salonlarında, en az ses getirmiş yabancı filmler kadar yerli filmler de vizyon görüyordu. Bu sağlıklı arz-talep ilişkisi sonucunda Yeşilçam her türde her çeşitte yüzlerce film üretiyordu. Fakat günümüz yerli sinemasında hissedilen en büyük eksik 60’lar Yeşilçam’ında da hissediliyordu: Piyasada yeteri kadar özgün fikir yoktu. Bu yüzden Yeşilçam bazı filmleri yerelleştirmeye, kitapları uyarlamaya başladı ve bir noktada sıra 60’larda canlılığını hala koruyan çizgi romanlara gelecekti.
Yeşilçam’ın içerik arayışına girip çizgi romanlara vardığı tam bu dönemde, İtalyan çizgi romanı da Diabolik etkisindeki Fumetti Nero (Kara Fumetti) dönemini yaşıyordu. İtalya’da yeni üretilen hemen hemen her çizgi roman karanlık bir atmosferle ve bir o kadar karanlık ana karakterle ortaya çıkıyordu. Hatta bu karanlıklaşma akımından İtalya’da yoğun şekilde tüketilen erotik fotoromanlar bile etkilendi. Bu etkileşimden ortaya, iskelet kostümüyle suç dünyasını karıştıran ve gördüğü her güzel kadına zorla sahip olan bir suçluyu merkezine almış sado-erotik fotoroman; The Killing çıktı. Şu an kulağa çok sapkın gelen The Killing aynı hedeflediği gibi Diabolik’in pornografiyle buluştuğu nokta gibi görüldü ve İtalya’dan sonra daha birçok ülkede yayınlanmaya başladı. Bu ülkelerden biri de Türkiye’ydi.
Şu noktada tahmin etmeniz zor olmamıştır ki erotik içeriklere en az orijinal içeriklere gösterdiği kadar ilgi gösteren Yeşilçam’ın arayışını The Killing ile bitirmesi hiç şaşırtıcı olmadı. Yılmaz Güney’e lakabını veren Çirkin Kral filminin yönetmeni Yılmaz Atademir; Türkiye’de Soy gazetesinde yayınlanıp büyük ilgiyle tüketilen The Killing’i aldı, ismi “Kilink” şeklinde yerelleştirdi ve iskelet kostümünün içine Yıldırım Gencer’i koyarak Kilink İstanbul’dayı filme almaya aldı. Türkiye’de büyük sükse yapan bu filme hemen aynı yıl içinde devam niteliğinde Kilink Uçan Adama Karşı ve Kilink Soy ve Öldür adlı iki film çekildi. Ayrıca Atademir’in Kilink üçlemesini 10 ayrı taklit Kilink filmi takip etti. Taklitler üzerine Atademir kendi yapıtına küstü ve Kilink filmi çekmeyi bıraktı.
Atademir’in yarattığı yerli Kilink’in İtalyan aslından farkları vardı: Örneğin The Killing kimi öldürdüğünü umursamazken yerli Kilink kesinlikle polis öldürmezdi, onların işlerini şerefleriyle yapan masum vatandaşlar olduğunu söylerdi; The Killing kadınlara tecavüz edip onları öldürürken hiçbir merhamet göstermezdi ancak Kilink oğlu tehlikede olan bir sekreteri koruyup kollamışlığı vardı; The Kiling asla yardım kabul etmezken Kilink, Caniler adında bir suç çetesinin başındaydı. Ayrıca ne şaşırtıcıdır ki (!) Kilink Türkiye’ye ve vatandaşlarına karşı sonsuz saygı ve sevgi beslerdi. Sonuncusu hariç bu farklarıyla Kilink, her ne kadar görünüş olarak The Kiling fotoromanın bir uyarlamasıysa da kişilik olarak Diabolik ve Kriminal’den; hatta kadınlara yaklaşım biçimiyle James Bond’dan izler taşır.
Atademir filmlerindeki Kilink’in İtalyan versiyonundan en önemli farkı ise ilk iki filmde peşinde olan Uçan Adam’dır. Uçan Adam’ın bir Superman uyarlaması olduğunu düşünebilirsiniz fakat kendisi bundan çok daha fazlası: Uçan Adam güçlerini Şazam adlı bir büyücüden alıyor, yüzüne Batman 66’nın maskesini takıyor ve göğsündeki “S” harfiyle Kilink’in peşine düşüyor. Anlayacağınız Uçan Adam, karanlık İtalyan çizgi romanı ürünü Kilink’in karşısındaki kahramansı Amerikan çizgi romanı ürünüdür. Karakterin yaratılmasındaki amaç Kilink’in hikayesini tamamıyla sadist ve erotik bir havaya girmekten kurtarmaktır.
Atademir’e ait Kilink filmlerinin ilk ikisi Kilink ve Uçan Adam arasındaki mücadeleyi anlatan eğlencelikler olarak değerlendirilebilir. Uzaktan bakıldığında merceğin kötü adama yakın olduğu kahraman hikayelerinden pek farkı yoktur. Ancak Uçan Adam’ın yer almadığı Kilink: Soy ve Öldür daha çok bir anti-kahraman filmi olmaya yakındır: Kilink her ne kadar yola bencil amaçlarla koyulsa da çocuğu zor durumda kalan bir kadına yardım etmek amacıyla rakibi olan mafya çetesini çökertir, maceranın sonundaysa etrafını saran polis güçlerine zorluk çıkarmadan teslim olur. Atademir, ilk iki filmden daha çok ciddiye aldığı çekimler ve aksiyon sahnelerini de hesaba kattığımızda neredeyse derinleşen bir karakter filmi ortaya koyar. Üstelik bu filmden sonra Kilink yabancı sinemaların da radarına girer ve Atademir’in Kilink filmleri Amerika ve İtalya’da vizyon görür. Fakat ne yazık ki Kilink’in teslim olurken amirle karşılıklı olarak Türk polisini soluksuz övmesiyle film alay konusu olur ve taşıdığı değer arka planda kalır. Doğrusu “Bütün dünya polisini hatta Interpol’ü atlattığım halde Türk polisi karşısında ilk defa yenilgiye uğradım.” cümlesiyle başlayan o övgü şöleni dalga geçilmeyecek gibi de değildir.
Atademir filmlerinin ardından yapılan Kilink filmleri ise işin cılkının çıktığı nokta olarak değerlendirilebilir. Bu filmlerin yedisi orijinal Kilink filmlerinin çıktığı 1967 yılında apar topar çekilmiş, ortada telif hakkı olmadığı için piyasaya sürülmüştür. Bu filmlerin bir kısmında Kilink fotoromanlardaki imaja daha yakın bir sadistken bir kısmında neredeyse bir kahraman konumundadır. Filmler birbirinden bağımsız konulara ve karakterlere sahiptir baki olan tek şey iskelet kostümüdür.
Böylelikle bir Fumetti Nero ürünü fotoroman Türkiye’de böyle beklenmedik bir etki bırakmıştır. Ne yazık ki Yeşilçam’ın bu sürprizlerini de pek kimse hatırlamaz ya da araştırma zahmetine girmez. Halbuki biraz araştırılsa 1967’de çekilen Kilink filmlerinin 40 yıl sonra 2007’de çekilecek yeniden yapım Kilink: Kayıp Altınlar’dan her açıdan daha kaliteli olduğu gerçeği acı şekilde gözler önüne serilecektir. Küçümseme gözlükleri çıkarılıp bakıldığında Kilink ve benzeri yapımların aslında eşsiz fırsat kapıları açtığını ama sanattan çok anlaşmazlığa ve nefrete düşkün bizlerin bu kapılara dönüp bakmadığı rahatlıkla görülecektir.