Simülasyonlar temalı yazı dosyamıza hız kesmeden devam ediyoruz demek isterdim. Ancak bir önceki yazının üzerinden neredeyse bir ay geçtiği için, doğruyu söylüyor olmam. Bu gecikmenin mücbir sebeplerle gerçekleştiğini de söylemek isterdim nitekim eğer bu mücbir sebeplerin, benim konuyu açıklayıp açıklayamayacağıma karşı duyduğum endişe olduğunu kabul edersek, söyleyebilirim.

Şuradan hemen bulabileceğiniz ilk yazıda, simülasyonun, genelde algılandığı bilgisayar dünyasının dışında kalan daha soyut bir yönüyle ilgileneceğimizi, o yönde ilerlerken de sosyal bilimlerde bu teorinin kurucusu olan Jean Baudrillard’ın bize yol göstereceğini söylemiştik. Toplumsal olarak yüzlerce yıldır bir simülasyonun içerisinde yaşadığımızı da umuyorum ki o yazıda, örnekleriyle birlikte kanıtlamıştık. İlk yazıyı görmediyseniz de sorun yok, farklı bir şeyden bahsedeceğiz. Bu sefer yüzyıllardır süregelen bir duruma değil, günümüzde var olmuş bir simülasyona yoğunlaşacağım: Disneyland.

Çocukların anne babalarına gitmek için yalvardığı, hâlâ çocuk kalanların ise çaktırmadan göz süzdüğü Disneyland gezisi temalı hikâyelere hepimiz hiç değilse beş filmde, yedi dizide denk geldik. Tarihçesi, oyuncakları, tema alanları, yarışmaları, etkinlikleri, kostümlü çalışanları ile topyekûn büyülü bir yer orası, en azından bizlere bu şekilde geçiyor gidenlerin sözleri. Çocukların doyasıya çocuk olabildiği; çocuk olmak isteyenlerin de burada yargılanmadan gönüllerince fink atabilecekleri, koca bir evren sanki değil mi?

Baudrillard’ın simülasyon teorisinde Disneyland, bu özellikleriyle bütün simülakr düzeylerinin yani bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünümlerin iç içe geçmiş olduğu kusursuz bir model. Çünkü her şeyden önce, hiçbirimizin reddedemeyeceği şekilde burası bir yanılsama ve fantezi merkezi. Bir oyun. Oyundan daha çok simülasyonu anlatan bir şey var mı?

İlk bakışta görünen hâliyle neredeyse malumu ilam ederek söyleyebileceğimiz gibi Disneyland bir simülakr birikimi, bunu da saklamaya çalışmıyor elbette, nasıl çekecek kendisine yoksa? Bir simülakr bu düzeyde yani gerçek olduğunu iddia etmediği sürece tehlikeli değil; mesela bir bulutu bir tavşana benzetmek kimseye zarar vermez. Ancak arkada bir de şöyle bir durum var; Disneyland’a kalabalıkları çeken asıl şey sadece bu büyülü gözüken dünyada bir günlüğüne eğlenmek değil.

Disneyland, çelişkileri ve güzellikleriyle Amerikan Rüyası’nın gerçek hâline yani Amerika’nın minyatürleştirilmiş hâline benziyor. İçerisinde buraya özgü bir toplum var, bu sistemi döndürmesi gereken bir ekonomi var, buraya girerken özel bir toplumsal sözleşmeye dâhil oluyorsunuz, burada belirli davranış kalıpları ve mesela karşınızdakinin kostümlü düz bir insan olduğuna değil de Çılgın Korsan Jack olduğuna yönelik hareket etmekte hemfikirsiniz. Buranın kendisine göre bir inanç sistemi var ve bütün bunlar birleşince kolektif olarak, orada o gün bulunan herkesle birlikte, neredeyse ilahi denilebilecek türden bir keyif alıyorsunuz. Buraya kadar birincil düzeyde, tek bakışta algıladığımız ve kendisini gizlemeyen bir simülasyondan bahsediyoruz.

İkinci düzey simülasyon, buradan sonra başlıyor. Bu düzeyde, o ilahi tecrübeden koptuğunuz dakikada, dışarıya çıkıp arabanıza bindiğinizde kendinizi yapayalnız, terk edilmiş ve büyülü evrenden kovulmuş hâlde bulmanız var. Simülakrı tehlikeli hâle getiren yer burası. Disneyland size yalan söylemiyor, gerçek olduğunu da iddia etmiyor. Tam da bir önceki simülasyon yazısının son cümlesinde de söylediğimiz gibi; gerçek olmayan bütün şeyler arasında en tehlikelisi, yalan değildir.

Baudrillard, Disneyland’daki tek olağanüstü şeyin, insana pek çok duyguyu yaşatmaya muktedir bol miktardaki oyun ve oyuncağın varlığı olduğunu söylüyor. Dışarıdaki otopark ile içerideki kalabalık arasında büyük bir tezat var; içerideki binlerce oyuncak insanları bir nehir gibi oradan oraya sürüklerken dışarı çıkan insan ise yalnızlığına, kendi oyuncağına, yani arabasına doğru ilerlemek zorunda. Tam burada Disneyland’ın zamanı dondurma özelliğine bir dönüş yapmak gerekir sanırım, dedik ya burada çocuklar doyasıya çocuk; çocuk kalmak isteyenlere ise sınırsız izin var diye. Baudrillard, Disneyland’ı vücuda getiren Walt Disney’in dondurulmuş bedeni ile vücuda getirdiği büyülü evrenin dondurulmuş etkisi arasındaki uyuma da dikkat çekmeden edemiyor.

Üçüncü düzey simülasyonda ise Baudrillard’a göre, bütün bu iki düzeyin gizlediği bir şey bulunuyor. Disneyland, “gerçek” bir ülkenin, “gerçek” Amerika’nın, temelde Disneyland’a benzediğini gizlemeyi sağlıyor.  Modern zamanda günlük yaşantımızın bir hapishane mahkûmunun hayatına benzediğini gizlemek için toplumca hapishaneler inşa etmemize benzetiyor bu durumu.

Disneyland’da yer alan düşsel ortam ne gerçek ne de sahte. Burası, gerçeğe simetrik bir şekilde, gerçeğe özgü düşselliği yeniden üretebilmek için kurulmuş ve tasarlanmış bir ikna makinesi. Bu evrene çocuksu bir görüntü verilmek istenmesinin altında yatan neden de bu; yetişkinlerin gerçekliğinin dışında kalan başka bir evrenin var olması gerekiyor. Çünkü yetişkinlerin dünyası, ne yaparsak yapalım, çocuksuluklarla dolu. Bir siyasetçiye mesela kaç kere “Koca koca adamlar, çocuk gibi bağrışmaktan bıkmadınız mı?” diye sormak istediğinizi düşünün ya da bir işinizi zamanında yapabilmek için herhangi bir resmi kurumda kaç kere “Çocuk olsa yapar” dediğinizi. Daha anlamlı gelecektir sanırım. Yetişkinler Disneyland’a giderler ve burada onlara “Çocuk musun, bunlar nasıl hareketler” denmez; çocuklaşmalarına, onaylanmalarına izin verilir. Neticesinde buradan çıktıklarında ise aslında çocuk olmadıklarına inandırılmış olurlar.

Baudrillard’ın simülasyon teorisi ile banal komplo teorilerinden herhangi birini daha ortaya atmadığından buraya kadar emin olmuşuzdur sanıyorum ama benim de işim, sizi ikna etmek. Kendisi, Disneyland’ı burada bırakmıyor elbette. Buradan yola çıkıp, toplumsal bir simülasyonun içerisinde nasıl yaşadığımızı da göstermeye çalışıyor.

Pek çok yerde bulunan Disneyland, aynı zamanda, misal Los Angeles içerisindeki aynı işlevi gören tek simülasyon evreni de değil. En popüleri o olsa da Enchanted Village, Magic Mountain, Marine World gibi bir sürü oyun ve eğlence merkezi, özellikle Los Angeles’ı çevreliyor. Çünkü Los Angeles, kendi başına büyülü olarak anlatılan ve eskiden beri simülasyonun insan eliyle gerçekleştirildiği bir yer. Hollywood, filmler, setler, ışıltılı hayatlar, bütün bir eğlence sektörü…

Bunların hepsi güzelce olduğu yerde duruyor; biz onlarla münasebet kurarken zamanı donduruyorlar, tamamlanmış hâlleri bir kere çekmecemize girdiğinde durağanlar. Fakat şehrin kendisinin, trafik ve kalabalıktan oluşan müthiş bir hareketliliği var. Los Angeles, bütün bir şehir olarak kurmaca bir öyküyü, bir film senaryosunu gösteriyor. Bu yüzden belki de en çok bu şehrin kurmaca düşselliğe ihtiyacı bulunuyor.

Disneyland, bu ihtiyacı karşılamak için, yani çocuksuluğumuzu kabullenebilmek ve bu vasıtayla aslında o kadar da çocuksu davranmadığımıza ikna olabilmek için çalışan sistemlerden bir tanesi. İçerisinde bulunduğumuz pek çok sisteme; insanın bir noktada kaybettiği, işlevini yitirmiş her şey için bir geri dönüşüm makinesi diyor Baudrillard. Benzerlerini, birbirlerine artık dokunamayan insanlar için “dokunma terapileri”; yürümeyi artık unutanlar için “hiking, jogging” gibi etkinlikler; açlık ve oruç tutmayı geride bırakanlar için ise “fasting diyeti” gibi isimler altında yeniden keşfettiğimiz pek çok simülasyonda bulabiliyoruz.

Sizin son dönemlerdeki favori simülasyonunuz hangisi?

Author

Editör-in-çiif. Hayvan dostu, çokça yalnız; ismiyle müsemma ama çoğunlukla zararsız. İyi tavsiye verir, geç olana dek ciddiye alınmaz. Her geçen gün bitkinliğine şaşırarak ‘takı taluy takı müren‘ arıyor.

3 Comments

  1. bilal bahadır Reply

    Ben Disneyland yerine yazarın bu yerinde tespitlerine doğru düşüncelerimi götürmek istiyorum.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.