İnsanlar olarak garip huylarımız var. Hikâye dinlemeyi çok sevmemiz de pekâlâ bunlardan biri olabilir. Daha güzeli, sadece hikâye değil, kötü ve korkunç şeylerin gerçekleştiği hikâyeleri dinlemeyi de seviyoruz. Okuduğumuz şeyler tüylerimizi diken diken etsin istiyoruz. Eğer estetik değerlerimizle uyuşursa en vahşi şeyler bile hayranlık uyandırıcı bir sanat eserine dönüşebiliyor bizim için.
Aslında biz, yıllar önce atalarımız, dev bir ayının karşısında ne tepki verdiyse o tepkiyi vermek istiyoruz. Adrenalini seviyoruz yani. Yoksa ne tüm okul karşısında şiir okumak ne de Frankenstein’a göz atmak öyle akıl kârı işler değil. Zevk için uçurumdan atlayan, doğayla yarışan bir türüz biz. Nefes nefese kalmak, avuç içlerimizin terlemesi ve kalp atışlarımızın hızlanması hoşumuza gidiyor ve böylece, Siccin 6 çekiliyor.
Çok uzun zamandır hikâye anlatıyor ve birbirimizi, en çok da kendimizi korkutuyoruz pek tabii. Bizim anladığımız anlamıyla ilk korku hikâyesi diyebileceğimiz iş, ne zaman ortaya çıkıyor dersiniz? Bunun için 1700’lere kadar geri gidiyoruz: The Castle of Otronto, 1764’te yayınlandı. İnsanların tepkilerini bilemeyeceği için Horace Walpole sanki eski bir el yazmasının çevirisiymiş gibi sundu kitabı. İçinde ise cinayet de vardı, basık ve kasvetli bir şato da.
Böyle şato, gotik binalar demişken ben zamanı ileri sarmak ve Villa Diodati’ye gitmek istiyorum. Çünkü o binada bir gece, bizim aristokrat arkadaşlarımız, üstelik sırf canları sıkıldığı için bilim kurgudan korkuya, hikâyelere yeni bir soluk getirdiler. İçlerinde Polidori, Mary Shelley, Lord Byron ve Percy Shelley’nin bulunduğu arkadaşlar kendi aralarında iddialaştı, örneğin Polidori ilk vampir hikâyesi sayılabilecek The Vampyre’ı yazdı.
Ama bizim ilgilendiğimiz kısım, rüyasında Frankenstein’ın canavarını gören Mary Shelley’in ani bir ilhamla fikrini kısa hikâye olarak kâğıda dökmesi. Elbette sonrasında hikâyeyi bir romana dönüştürecekti. Böylece korku türünü sonsuza dek değiştirdi. Sadece korku türünü de değil aslında, bilim kurguya dair de, yaradılış mitine dair de söyleyecek çok şeyi vardı Shelley’nin.
Bakın, o yıllarda böyle bir ortamda yazıp kendinden 2020’de söz ettirebilen tek kişi olmak zor iş. Ama bunu bir kadın olarak yapabilmek daha müthiş. Bu yüzden nedir Frankenstein’ı bu kadar güzel yapan diye sormak istiyorum. Çünkü hayatımın bir döneminde, o gün orada bulunan diğer beyefendileri okur muyum bilmiyorum ama Frankenstein’ı iki kere okuma ihtiyacı duydum. Peki öyleyse Frankenstein neden bu kadar korkutucu, korkutmakta başarılı?
Sadece Canavar mı?
İlk olarak, romanın tek ürkünç tarafı, çarpık suratlı bir canavar değil. Evet, bu da önemli bir öge ama sadece bir noktaya kadar. Bu çirkinliği insanların onu sevmemesi kısmında önemli, evet ama bununla sınırlı değil olay. Sevgi görmemesi, onu, daha korkunç bir karakter yapıyor kimi noktada, kimi noktada ise kendisinin biraz alık, biraz masum ve sadece ilgiye aç bir yaratık olduğunu düşündürüyor. Sonundaysa toplama bir cesedin -düzeltiyorum, toplama yürüyen bir cesedin- bu tuhaf tavırları ve soğukkanlı katil ile zavallı mahlûk arasındaki gidiş gelişleri sizi daha çok ürkütüyor. Kimi noktada kendimi ‘Şükürler olsun ki elimde tuttuğum şey kurgu!’ derken buluyorum.
Ateşi İnsanlara Vermek
Tam olarak burası da önemli, bana ‘iyi ki kurgu‘ dedirten şey, aslında çok uzak bir şey değil. Alegorinin aslında insanların yaratılışıyla olduğunu biliyorum ama ateş üzerinden bakmak da mümkün. (Hem zaten Prometheus’un yaptıkları bitmiyor, baksanıza.) ‘Kutsallıktan uzak bir sanatın soluk benizli talebesi’nin yaptıkları, ölü ete can verişi, kendisinin bile tiksinmesi, hepsi insanı ürpertiyor ama artık ‘böyle korkunçluklar’ uzak değil. En azından bizim de sormamız gereken çok soru, taşımamız gereken çok sorumluluk var. Bu kısım da çok ilgi çekici ya. Bilim her geçen gün ilerliyor ve bazen, tıpkı aptal Victor gibi biz de korkunç bir dehşete kapılıyoruz. Çünkü bir gün insanlık olarak her şeyi elimize gözümüze bulaştırma ihtimalimiz var. Bir gün yarattığımız şeyden memnun olmayacağız. Silahlar büyüyor, bombaların menzili artıyor. Bir gün pişmanlık duyabiliriz. Bir gün yarattığımız yapay zekâya nasıl davranacağımızı bilemeyebiliriz.
Victor da yarattığı canavara nasıl davranacağını bilmedi. Tanrı olmak zor iş, ne diyebiliriz ki? Ürküten kısım da bu ya, bir gün yarattıklarımız yüzünden ellerimize bakıp lanet okuyabiliriz. Victor da bir laboratuvarda bağırıp çığırmak yerine, korkunç canavarı yaratır yaratmaz yatağına koştu ve ‘Ne yaptım ben böyle!’ diye düşündü. Vicdani sorumluluk almadı, alamadı. Oysa durumun ahlaki tüm soruları, onu takip etmeye devam etti. Zaten Farâbi’nin de deyimiyle eksik olan varlığın bir şey yaratması ne kadar doğru? Bir de bu sorumluluğu aldıktan sonra yarattığına sırt çevirmek?
Ateşi insanlara vermiş olabilirsin Victor, peki herkesi mutlu etmen mümkün mü? Değil. Bir et parçasına hayat vermek yeterince korkutucu değilmiş gibi ne kendini ne de başkasını bu saatten sonra avutamazsın. Müthiş bir şey öğrenmiş olabilirsin, zekân ile imkânsızı mümkün kılmış olabilirsin ama Tanrı olamazsın. En azından, Prometheus’un başına gelenlerden ders almalısın. Yarattığın şeye şöyle bir bakıp sonra ondan kaçmak ile olmuyor bu işler.
Kartalın Sonsuz Ziyaretleri
Tanrı olmanın ama beceriksiz bir tanrı olmanın son adımı: Sonsuz ıstırap. Başta elinde müthiş bir güç tutan karakterimiz Victor, sonradan öyle aciz duruma düşer ki bir noktada elleri kolları bağlanır, sırf baştaki hatası –hataları- yüzünden kaçınılmaz bir olaylar zinciri başlar. Victor, hayatını kendi elleriyle zehir etmiştir, hem de sonsuza dek.
En büyük korkumuz bu değilse nedir? Çoğumuz ölümden mi korkuyoruz yoksa hayatımızı boşa yaşamaktan mı? Hiçbirimiz gözlerimizi son yumuşumuzda vicdan azabı ve tamamlanmamışlık hissetmek istemeyiz. Elimizde kesin olarak tuttuğumuz şey bu sonuçta, kısa ya da uzun bir parça vaktimiz var. Victor’ınki tekrar tekrar mahvoluyor ve yapabileceği hiçbir şey yok. Kartal, ciğerini defalarca oyacak, kendisi yakınlarının ölümü ve vicdan azabı yüzünden defalarca ezilecek. Geri dönüşü yok, kendisini kurtaracak bir Herakles’i de yok ki Victor’ın. Tabii Prometheus’un Zeus’a olan kini gibi, kendisi de yarattığı canavardan intikamını almadıkça huzura kavuşamayacağını söyler. Peki başarabilir mi bunu? Bir bakıma.
Tüm Teknikler ve Atmosfer
Kitap bunların üstüne de harika bir anlatımı ve atmosferi benimsiyor. Anlatımdan kastım örneğin zaman atlayışları, mektuplar ve karakterlerin oturup birbirlerine olayları anlatması yoluyla ilerliyor hikâye. Tahmin edeceğiniz üzere bunu başarmak zor. Ayrıca pek çok farklı karakterin bakış açısından görebiliyoruz hikâyeyi, buna Frankenstein’ın yarattığı canavar da dahil. Atmosfer olarak insanı gerebilecek her türlü şeye sahip; mezarlıklar, bu mezarlıklarda geçen uykusuz ve hummalı çalışmalar, soğuk ve buz tutmuş denizler, bu denizlerde bilinmeyenin peşinde denizciler, mum ışığında kadim sanatların okunduğu akşamlar, gotik mimariler. Bu kitabı sevmemek mümkün değil ki.
Yazıyı bitirmeden önce de, Frankenstein’ın canavarın adı değil doktor unvanına bir türlü kavuşamayan Victor’ın adı olduğunu, Ratatouille’un ise farenin değil yemeğin adı olduğunu hatırlatmak istiyorum. Evet, siz anladınız espriyi.
Siz Frankenstein’ı okudunuz mu? Sizce neden bu kadar başarılı bir korku hikâyesi?
4 Comments
Açıkçası ben romanın kendisinden ziyade ortaya çıkış fikrini seviyorum. Tanrısız bir yaratılış miti olması, simya ve modern bilimin karışımının kullanılması gibi fikirler çağının çok ötesindeki. Frankenstein canavarına da sempati duyuyorum. Ne var ki romanın kendisini bayık ve okuması yorucu buluyorum. O yüzden yazara ve esere duyduğum saygı işçilikten değil, bir ilham kaynağı olarak başarılı olmasından geliyor.
Bunun sebebi biraz da Percy Shelley’nin metni gözden geçirirken dili ağırlaştırması olabilir. Bir de ön sözde, yeni bir basımla dilin ‘aşırıya kaçan’ kısımlarını çıkardıkları söyleniyordu, o dönemi göz önüne alınca bu değişiklikler gerekliymiştir mutlaka, gerçekten de ‘yaratım’ kısmını çok üstü kapalı anlatıyor kitap.
Açıkçası benim romanda başarılı bulduğum şey tanrı olma sorunu değil, başlı başına yetimlik. Evet belki o zamana göre çok uç ve çok büyük bir fikir ancak içerisine barındırdığı acziyet, dışlanmışlık ve tamahkârlık bana Prometheus alegorisinden çok basit bir baba-oğul problemi ve bunun üzerine çok değerli düşünceler gibi geliyor. İnsanlığın şekilciliğini de çok güzel bir üslupla anlatıyor kitap. Çağının en büyük biliminsanı kendi yarattığı yaratığı sadece ‘çirkin’ olduğu için terk ediyor. Çok büyük bir acizlik bu. Değil mi?
Gerçekten de öyle. Ama kitap sonrasında üretilen uyarlamalar ve popüler kültür bu ilişkiyi ve Victor’un sırf çirkin diye kendini yataklara atışını umursamıyor, büyük bilim insanı resmen lohusa sendromu geçiriyor orada. Aynı şekilde Frankenstein’ın bakış açısından da hiç bahsedilmiyor. Oysa kitap ‘çirkin yaratığın’ masum halkla ilişkisini bile gösteriyor.