Zamanın birinde, Kays isimli bir adam, Leyla isimli bir kadına âşık olmuş. Bu hikâyeyi hepimiz, kafatasımıza kazınacak kadar tekrar edildiği için, çok iyi biliyoruz. Leyla da onun aşkına karşılık vermiş ama bu aşkın dedikodusu çabucak yayıldığı için ailesi, onu alıp bir çadıra kapatmış. Her yerde dolanıp aşkını gene de bulamayan Kays, Mecnun’a dönmüş. Yıllar sonra bir gün, bir gezinti esnasında iki âşık karşılaşıp sohbet ederlerken kendilerinden geçmişler fakat bu sefer de Leyla’nın arkadaşları, dedikodu çıkmasın diye kaçırmış Leyla’yı. O günden sonra da Mecnun, Leyla’yı bulamadığı için çöllere düşmüş.
Hikâye burada bitmemiş tabii, daha dağlara dert anlatmalar, nice dua etmeler, ulaklarla haber salmalar var ama ben burada kesiyorum. Leyla ve Mecnun’un yahut bir sürü ona benzer aşk hikâyesinin konuşulacak çok yanı varmış ki bin yıllardır anlatılmış, durmuşlar. Bu fakir ise hepimizin tanıyabileceği bir hikâyenin ilk kısmını örnek vererek size bir şeyi göstermek istedi: Tüm hikâyeler, bir dedikodu ile başlıyor. Leyla ile Mecnun’un aşkının arasına giren engel, tarihin en eski haber alma biçimi, en eski medyası, şimdilerde ise magazininin gündemi; dedikodu. Bu ayki dosya konumuz da “dedikodu” etrafında şekillenecek.
Bugünlerde dedikodu dediğimizde, tamamen olumsuz, yapılmaması ve kaçınılması gereken, hatta çoğunlukla yalanlar ve iftiralarla dolu bir eylemi kastediyoruz. En iyi ihtimalle ayıp, en kötü ihtimalle dinlerin bile yasakladığı bir olgu dedikodu ve açıkçası, onu bu kadar dışlamakta ve ona kötü çağrışımlar vermekte tamamen haksız değiliz. Yalnız, bu olumsuzluktaki haklılığımız, muhtemelen ilk aklınıza gelen sebeple gerçekleşmiyor. Ben de bu yazıda, bu sebepleri anlatmaya çalışacağım.
Dedikoduyu Türkçe Sözlük, “Başkalarını çekiştirmek ve kınamak üzere yapılan konuşma, kov, gıybet, kılükal” olarak tanımlıyor. Fakat bu tanımın, bugün kelimeye yüklediğimiz anlamı işaret ettiğini göz önünde bulundurarak biraz benimle gelin. Bu eylemin pratikteki, güncel hayatımızdaki en temel tanımı; en az iki kişinin, orada olmayan başka kişi, olay yahut durumlar hakkında iletişim kurması değil mi? Bir nevi, geçmişte yaşanan, şu an yaşanıyor olan veya gelecekte yaşanılacağı düşünülen herhangi bir “şey” hakkında; bu şeylerin öznesi her neyse o, huzurda bulunmadan, şimdiki zamanda gerçekleşen bir bilgi paylaşımından bahsediyoruz yani. Hayır, “Dedikodu her zaman bir bilgi paylaşımıdır ve iyi bir şeydir“, demiyorum. Dedim ya, henüz bugün yüklediğimiz anlamlara varmadık, biraz benimle gelin.
Dedikodu, iki kişinin orada bulunmayan bir “şey” hakkında iletişim kurması ise bu eylemin temelde bir bilgi paylaşımı olduğunu kabul etmemiz lazım. Fakat mantık da devreye girer burada; bütün A’lar B olabilir fakat bu, bütün B’lerin de A olduğu anlamına gelmez. Bütün dedikodular bilgi paylaşımı olabilirler ancak bütün bilgi paylaşımları, dedikodu değildir. Bilgi paylaşımı, ne zaman dedikodu olur? Eh, konu da temelde bununla ilgili. Bir bilgiyi dedikodudan saymamız için tek gereken şey, onun, “söylenmemesi gereken” bir bilgi olması. Bakın, eğer bu söz konusu bilgi olumlu ya da olumsuz olsun, doğru değilse onun için “iftira” gibi, bir başka kelimemiz mevcut. Dedikodu ve iftira, bugün çok iç içe geçmiş olabilir fakat farklı kavramlardan bahsediyoruz. Bir bilgi paylaşımını dedikoduya dönüştürecek ikinci seçenekte, bu bilginin kesin olmaması var. Ancak ortada bir bilgiyle alakalı boşluklar, bilinmezlikler varsa, emin olamıyorsak, ona da “söylenti” diyoruz. Yine farklı kavramlar. Geriye kalan bir seçenek var, o da bilginin su götürmez bir şekilde doğru olması ama söylenmemesinin gerekmesi.
Başka bir kişiye söylenmemesinin gerekmesi, herhangi bir yerde söylenmemesinin gerekmesi, ilk duyulduğundan başka bir yerde ve başka kişilerin önünde söylenmemesinin gerekmesi yahut hiçbir şekilde, hiçbir yerde söylenmemesinin gerekmesi. Neleri bu kadar koruruz? Büyüğünden küçüğüne tüm sırlar başta gelir, kınanan yahut ayıplanan şeyler ikinciliği alır, özel hayat kavramı da belirli bir noktadan sonra devreye girer. Bu bilginin, bilgiyi üreten ve bilgiyi üretenin paylaşmayı seçtiği kısıtlı bir grubun, yerin dışında bilinmemesi gerekiyordur. Bizler de hâliyle dedikodu dediğimizde en temelde, yasak bir bilgiden bahsediyoruzdur.
Bu noktadan itibaren geliyoruz, “Dedikodu olmasaydı hiçbirimiz olmazdık” kısmına. Evet, bu kalıbı çok defa başka şeyler için, bir yerlere yazdılar. Evet, ne kadar bayat da olsa afili de duruyor, kabul ediyorum. Bununla beraber, mitoloji sevenlerdenseniz onların her zaman bir şeyin yaratılışına, bir şeyin başlangıç hikâyesine dair olduğunu biliyorsunuz. Dünya üzerindeki herhangi bir dine mensupsanız, onların örnek vermek için anlattığı hikâyelerde sizin için önerdiği yahut önermediği her şeyin, eninde sonunda sizin iyiliğinize olacak bir gerçeği içerdiğine inanıyorsunuz. Mitoloji ve dinlerden uzaksanız ama pratik bilgilere yahut tarihe, felsefeye merakınız varsa, bunlardan kaynaklanan hikâyelerin de bir noktada sistematik veya deneysel olmadıkları zamanlarda dahi, belirli bir tecrübeye dayandığından haberdarsınız. Daha da pozitivist olsanız yahut materyalist düşünseniz diyelim, o zaman da sebeplerin, sonuçlara kurduğu bağlantıları takdir ediyorsunuz. Bencileyin bir noktada, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz“, diyor da olabilirsiniz. Sonuç, değişmez bir şekilde sizi, insanlığın en başlangıçtaki hikâyelerinde yer alan birtakım dedikodulara vardırıyor.
Bu başlangıç hikâyelerinin çoğunda her şeyden habersiz insanlar var ve onlar, bir şekilde bazı yasak bilgilere kavuşuyorlar. Bunlardan en bilinenlerinden birinde, insanların ilkel zamanlarda hem hastalıklardan korunma hem beyin gelişimi hem de yaban hayatta varlık sürdürebilme sebebi olan ateşin bulunuşu, tanrılardan başkasının bilmesi istenmeyen yasak bir bilginin, Prometheus aracılığıyla onlara öğretilmesine dayandırılıyor. Hindu tanrısı Agni, hem ateşin tanrısı hem de tanrıların habercisi olmasıyla aynı örneğin, bir başka yansıması oluyor. Tüm panteonlar, toplumlarının özelliklerine göre farklılaşan bir “haberci tanrı” içeriyor. Sümer’in İsumud yahut Usumu’su, yaratıcı Enki’ye mesihinin kaçırılışını haber verdiği için bu unvanı kazanıyor. Roma’nın Merkür’ü ve onun Yunan’daki karşılığı Hermes, bazen kendisinden istenerek bazen de istenmediği hâlde tanrılar arasında veya tanrılar ile insanlar arasında haber taşıyor, elçilik yapıyor. Sümer, Hitit ve Akad uygarlıklarının ortaklaşa mirası Sukkal unvanına sahip küçük tanrılar da böyleler, görevleri gereği kendi kendilerine bilmedikleri, tanrılardan öğrendikleri bilgileri insanlara taşıyorlar. Hepsinin bir başka ortak özelliği daha var; “ölüm veya “öteki dünya” gibi, yaşayan hiçbir insanın bilemeyeceği durumlarda yol gösteriyorlar. İnsanlar öldüklerinde, bu bilgi artık onlar için gerekli oluyor ve haberci tanrılar da önceden bilmelerinin yasak olduğu bilgileri paylaşıyorlar.
Tanrıların ve insanların aynı anda, aynı yerde bulunmadığı bir zamanda, tanrılardan geldiği için kutsal olan ve bu sebeple de her an, her yerde paylaşılmaması gereken bilgileri, haberci tanrılar aktarıyorlar. Bu da tam olarak iki kişinin, orada bulunmayan bir “şey” hakkında iletişim kurmasıdır ve hâliyle haberci tanrıların hepsi, birer elçi olarak aynı zamanda birer dedikoducudur. Bizler de bildiklerimizi onlardan öğrenmişizdir.
Bu elçilik meselesi bizi ister istemez önce meleklere ve sonra da peygamberlere götürür. Melekler, ilk insan olan Hz. Âdem’e isimleri öğretirler. Bu cephede de insanlığın başlangıcında, yine kutsal ve herkesin en başından itibaren bilmemesi gereken bir bilginin, kısıtlı bir zaman ve zeminde paylaşımı vardır. Sonraki dönemlerde de melekler, Tanrı’nın elçisine buyruklar taşırlar. Peygamberler ise insanların kendilerinin duymasının yasak olduğu bu buyrukları, anlayabilecekleri şekillerde onlara aktarma görevini üstlenirler.
Melekler ve peygamberlerin ardından, fantastik evren meraklıları olan bizlerin de çok sevdiği ozanlar gelir. Onlar da çoğu durumda bu kutsal bilgileri paylaşmak için özel görevler üstlenirler. Destancıların destanları okuması hem bir zorunluluktur, onlardan bu istendiğinde karşı çıkamazlar hem de okudukları destanlar sayesinde hastalıklar iyileşir, kötü ruhlar ortamdan uzaklaştırılır. Ama bu metinlerin belirli zamanlarda, belirli şekillerde ve belirli kişilere okunması gerekir çünkü dediğimiz gibi bu bilgiler, hem kutsal hem de lanetlidir. Biraz daha ortaçağ ozanı derseniz, onun da mesela anlatırken hikâyesi bölünemez ve hemen her ortamda, sırf hikâye anlattıkları yani, bir dedikoduyu paylaştıkları için yedirilir, içirilirler. Hikâyeleri onlara ve onlardan sonrakilere de söyleten birtakım “ilham perileri“nin, peygamberlere bilgi taşıyan meleklere ne kadar benzediğinden bahsetmeme hiç gerek yok sanırım, değil mi?
Gelgelelim, bilgidir bu, paylaşılması gerekir. Belli ki insanın ağzı da torba değil. Dokunduğunu altına çevirmekle lanetlenen Midas, bir kuyuya fısıldar, bilmemesi gereken ama öğrendiği şeyleri; bizim yazımızın başında andığımız Mecnun ise dağlara. Böylece Midas da dedikodu yapmış olur, Mecnun da ama Midas’ın ironisi, bu sefer kendisine ait olan sırrının, eşek kulaklarının bir berber tarafından görülerek, tüm dillere yayılacak olan dedikodusunun yapılması olur. Bu bağlamda edilen her dua, o esnada orada olmayan bir kişi, olay ya da durumla ilgilidir ve bu da bir dedikodudur. Dedikodunun tabiatında, bazı durumlarda açığa vurulması gereken bir gizlilik vardır. Dedikodu yoluyla taşınan bilgiler, onları duyması gereken kulaklar için elzem ve kutsaldır; duymaması gerekenler için ise lanetli ve yasaktır.
Ne zaman ki insanın bilme arzusu, karşı konulamaz bir hâle gelir ve öğrenmemesi gereken şeyleri keşfeder, işte o zaman bu kutsal bilgiler, yasak bilgilere dönüşürler. Dedikodu, olumsuz anlamlar içermeye böyle başlar. Lokman Hekim ölümsüzlüğün sırrını bulmuştur fakat bu bilgi, insanlara açık değildir ve bu yüzden anlatıya göre hem Lokman Hekim hem de onun buluşlarını içeren defteri yok olmuştur. Sonraki zamanlarda her şeyi bilmek isteyen ve bu yolda ruhunu Şeytan’a satan Dr. Faust’un başına gelen budur; bugün, önce çizgi romanlarda okuduğumuz sonra da dev ekranda filmlerini izlediğimiz Dr. Strange’in başına geldiği anlatılan da budur.
Başlangıçta, kelime köküyle ortada görünmeme, ortadan kaybolma gibi anlamları içeren “gıybet“, kutsalı temsil ederken sonrasında, insanların katına iner. Onların kendilerinden kaynaklanan, kendi aralarında paylaştıkları bir şey olur ve istenmeyen bir davranışa dönüşür. Yine de paylaşılan bilgi, kutsallığını yitirmez elbette. Dedikodu, bir zamanlar hem kutsal hem yasak olduğu gibi, şimdi de onu yapmamamız gerektiğini bildiğimiz hâlde ısrarla yapmaya devam ederiz.
Tanıdığımız biri hakkında başkalarıyla konuşmamız yasak kısmında kalır fakat tanıdıklarımızla birlikte konuşabiliriz. Orta yol bulup, tanıdıklarımızı tanımayan kişilerle de öznelerin haberleri olmadıkça yani, yeni bir yasak bilgi daha yaratarak, konuşabiliriz. Tanımadıklarımız hakkında konuşmamız da yasaktır; magazin sayfaları, özel hayatın yasak bilgisini taşıdıkları için kötü, leş ve iğrençtir mesela ama Matrix’in dördüncü filmine, kardeş yönetmenlerden birinin neden dönmediğini konuşmak, pek de öyle değildir.
Dedikodu, insanlığın en eski ve vazgeçemeyeceği tek medyası olarak varlığına devam edecek ve gerçekten, o olmazsa olamayız. Gelecek nesillere kalsın diye anlattığımız hikâyelere şöyle bir baktığımızda her bir bilgi zerresini, onun sayesinde elde ettiğimizi okuyoruz. Hâl böyleyken bilgi paylaşımını geciktiren bazı arkadaşlarımıza ince bir sitemle, illa daha, “Ben dedikodu yapmam,” diyen varsa beri gelsin, özel bir şey konuşacağım.