Bruno Heller’ın nereye gittiğini pek de öngöremediği, ‘filler’ bölümlerle ve bir yere varmayan yan hikayeler ile süslediği Gotham‘ın ilk sezonunun ardından ikinci sezonun sıkı başladığını ve en azından şimdilik odak noktasını bulduğunu söyleyebiliriz sanırım. Yine de Jerome’un ilk 3 bölümde yarattığı heyecanın ardından gelen Strike Force, vites küçülttükleri, nispeten sakin bir bölüm olmuş.
Şimdi yeni yeni diziye alıştığım için sanki çok bir tespit yapıyormuşum ki davranmak istemiyorum ama ecnebilerin “binge-watching” dedikleri arka arkaya yardırma yöntemiyle dizinin güncel akışına yetişmişken son bölüm incelemesinden önce diziye şöyle genel bir bakış atmak istedim. Şehrin atmosferi açısından bakıldığında Christopher Nolan’ın modern şehir planlamasını yansıtırken geri kalan her şeyini Tim Burton’ın kurduğu o 90’ların ucuz ve gotik estetiğinden almış gibi. ‘Ucuz’ dediğim olumsuz anlamda değil ama 80’er ve 90’ların ‘cheesy’ polisiye/aksiyon filmlerinden devşirilen çok şey var. Hatta tam olarak ‘buddy cop’ diye geçen şu ortaklı polis filmlerinden bahsediyorum. Ne yalan söyleyeyim yapısı itibariyle karşımda hafif bir neo-noir dizi bulduğuma sevindim. Nolan’ın yaptığı şeyi çok sevsem de Tim Burton’ın ve Joel Schumacher’in o gerizekalı Batman filmleriyle büyüdüğüm için bu ‘ucuz’ Gotham beni mutlu etti.
Diziyi esasen biçim olarak başarılı buldum ancak, ve bu koca bir ancak, işleyişte çok ciddi sıkıntıları var. Bilenler beni yorum bölümünü şenlendirsin ama karşımızdaki Gotham’ı, ya zamandan bağımsız olarak düşünüp ortaya karışık bir konsept olarak kurgulamışlar ya da geçtiği dönemle ilgili pek de umurlarında olmayan bir sıkıntı var. Yani kıyafetler ve saç modelleri ara ara 1950’lerden fırlamış gibi dururken arabalar sanki 60-70’lerden geliyor gibi.
Karakterler ise 80’ler & 90’lara ait adeta. Bir bakıyorsun bir yerde eski püskü bir TV görüyoruz, sonra bir bakıyorsun ellerinde son model cep telefonları. Yani Gotham’ın bu nevi şahsına münasır atmosferine, gotik mimarisine, futuristik konseptine ve 50’leri andıran giyim kuşamına filmlerden aşinayız ama malumunuz Nolan’ın Gotham’ı modern olduğu için bu dizideki gibi bir şehri en son 90’larda Burton-Schumacher filmlerinde görmüştük. Bu yüzden karşımda modern teknoloji gördüğüm zaman haliyle garipsiyorum ve nasıl bir konsept yaratmak istediklerini pek anlayamıyorum.
Bölüme dönersek, Strike Force ile karşımıza yeni bir güç odağı çıktı. Fakat bu kez kötü adamların tarafında değil, GCPD’nin yeni amiri olarak. Şu anda idealist gözüken ve GCPD’yi yozlaşmışlıktan, şehri de suçlulardan arındırmaya adamış Nathaniel Barnes, Jim Gordon’un uzun zamandır istediği tarzda bir polis şefi. Altından başka bir şey de çıkabilir, zira bugüne kadar kendisinin hiç bahsi geçmemişti. Damdan düşer gibi hikayenin ortasına dalan bu adamın sandığımız gibi biri çıkmaması da mümkün ama bu basitçe kötü senaristlik muhtemelen. Geçen sezon Jim Gordon tek başına idealleri için şehirde savaş verirken neredeydin be adam diye sorası geliyor insanın.
Michael Chiklis’e haksızlık olmasın ama çok kalemle çizilmiş bir karakter var karşımızda. Aşırı sert, aşırı idealist, bağırıp çağırarak göz korkutan, lisede Milli Güvenlik dersine giren albay gibi bir adam bu yani. Hani ben de senaryo yazıyor olsam ve bir emniyet amiri karakteri çizsem bunu çizebilirdim pekala. İkinci hoşuma gitmeme sebebi ise Gotham’ın kadın karakterler açısından pek iç açıcı durumda olmaması. Belki karikatürize olmayan tek örnek olarak Dr. Leslie Thompkins’i verebiliriz ama o da bu sezon yeterince kullanılmıyor. Bu yüzden Sarah Essen’ı öldürüp aşırı maskülen ve dominant bir abimizi getirmelerini pek hoş karşılayamadım maalesef.
Gelelim gecenin olayı “bitch slap” hususuna. Bölüm yayınlandıktan sonra izleyiciler Twitter’da bayağı kıyameti kopardılar, “vay efendim küçücük kıza nasıl tokat atılırmış” diye. Gerçekten bazen dizi izleyicilerinin hassasiyetlerini anlamakta zorluk çekiyorum. Yani dizide onca ölüm yaşanıyor, Selina, Reggie’yi aşağı atıp öldürürken bir sorunumuz yok ama cinayet işlemiş bu kız, Alfred tarafından tokatlanınca herkes aklını kaybediyor bir anda. Belki burada sadece “Alfred karakterinden böyle bir şey beklemezdim” diye eleştiri yapılabilir ama kendisini öldürmeye çalışmış olmasına rağmen Reggie ile bağını düşününce niye böyle bir tepki beklemeyelim ki? Alfred kendisini kaybedemezmiş gibi “hayır Alfred küçük bir kızı tokatlamaz” deyip kafayı yemek de neyin nesi? Kaldı ki Selina’nın bir ‘villain’ olduğunu unutmayalım.
Hesaplı ve planlı bir kötü adam olarak Theo Galavan gibi bir kötü adama ihtiyaç vardı, evet. Ama karakter iyi inşa ediliyor mu, onu biraz tartışalım. Öncelikle bu kadar planlı bir kötü adam portresi izlemek bana izleyici olarak keyif vermiyor. Onun olduğu sahnelerde dizi beni içine çekemiyor. Arrow’daki Sebastian Blood’ın daha sıkıcı bir versiyonundan farksız şu an benim için. Planının genel hatlarını çizdi çizmesine ama bu planı yeterince iyi işleyemezlerse ilgi çekici bir karaktere dönüşmesi çok zor maalesef. Kaldı ki şehrin gözünde kahramana dönüşmesi mevzusunu da çok başarısız işliyorlar.
Gotham halkının buna hemen inanacak kadar naif olduğunu kabul edelim hadi, fakat şu ödülü aldığı sırada kürsüye ateş açılması, arkadasından herkesin normal bir şekilde adamın konuşmasını dinlemeye devam etmesi ve “madem beni yıldırmaya çalışıyorlar hemen adaylığımı ilan ediyorum” saçmalığı nedir? Yani 2 sn önce üstünüze ateş açılmışken, “Allah aşkına biri polis çağırsın bir şey yapsın” diye ortalığı ayağa kaldırmanız gerekirken nasıl olabiliyor da bir şey olmamış gibi yerinizden ayrılmayıp adama alkış tutuyorsunuz? Bu olayın ve bunun akabinde tüm diğer adayların birer birer öldürmesinin planlanmış bir saldırı olabileceği nasıl aklınıza gelmiyor? Pardon, şu an Dünya haritası üzerinde bulunduğum lokasyon aklıma geldi ve yukarıdaki tüm sözlerimi geri aldım.
Son olarak bu dizideki en iyi şeyin Robin Lord Taylor olduğunu bir kez de benim söylemem şart. Bu sezon kendisini fazla kullanmayacaklar gibi bir hava verdilerse de 4. bölüm, Penguen’in hikayesinin daha uç noktalara gideceğinin ve eninde sonunda Theo’dan alacağı intikamın kendisini suç lorduna dönüştürebileceği gösterir nitelikte bir bölüm oldu. Düşünsenize, Theo planladığı gibi şehri yeni baştan yaratıyor ama Penguen üstüne konup bildiğimiz imparatora dönüşüyor.
Jerome’u basit bir Heath Ledger ya da Jack Nicholson imitasyonu olarak görüp Cameron Monaghan’ın oyunculuğunu eleştirebilirdik ama Robin Taylor, karakterini çok iyi anlıyor. Nasıl oynarsa abartı kaçar, nasıl dengeler ve Penguen gibi bir karakter ne noktaya kadar karikatürizeliği kaldırır, onu çok iyi tespit ediyor. Onun sahnelerinde hem muzip müzik kullanımı hem de hal ve tavırları açısından Batman Returns’teki Danny DeVito’nun portresine çok yerinde referanslar var ve buna rağmen basit bir taklit olmaktan çok çok uzakta durmayı başarıyor. Bruno Heller, şu çocuğu harcamayıp iyi kullansın, başka bir şey istemem.
Küçük Notlar:
- Barbara ve Tigress’in ilişkisi “şuraya biraz lezbiyen serpiştirin” gibi değil mi biraz? Açıkçası bu izlediğimiz şeye ilişki bile denebilir mi ondan da emin değilim. Tek yaptıkları evin içinde seksi kıyafetlerle dolaşıp öpüşmek. En azından o düzgün olsun diyeceğim ama o bile bir garip. Geçen bölüm sonu Tigress, Barbara’nın Theo ile öpüşmesini görüp bozulmuşken ne ara bir çeşit ‘threesome’a bağladılar anlamak mümkün değil. İlk sezondaki Barbara – Renee ilişkisini hikaye içinde bir yere koyabilirdik ama Tigress ile olan ilişki sanki çeşitlilik uğruna zoraki sokuşturulmuş gibi duruyor. Jessica Lucas’ın elinde kamçıyla ortada seksi bir şekilde dolanmaktan başka yaptığı ne var misal? Tamam tamam, kendi sorumu kendim cevapladım.
- Nygma’nın dizinin başından beri ana hikayeden, hatta tüm diğer yan hikayelerden bağımsız giden öyküsünün yavaş yavaş bir yere varmasını umuyorum. Geçen sezon sonu yapılan Dr. Jekyll/Mr.Hyde tandanslı kişilik bölünmesi bir yere varmayacak olsa ortaya atılmazdı elbette ama Riddler’a dönüştüğünü göremeden sonlanırsa hoş olmaz.
- Theo, Penguen’e planını açıklarken Gotham’ın kuruluşundan bahsetti. Daha önce de açıklandığı gibi bu sezon Court of Owls hikayesini işleyecekler. Theo’nun burada bahsettiği şey de Court of Owls’a gönderme. Hikaye biraz daha ilerledikçe bu mevzuyu derinlemesine yazabiliriz ama henüz erken. Muhtemelen Bruce’un bulduğu babasına ait bilgisayarlardan da bununla ilgili bilgiler çıkacak. Çünkü mevzu Bruce’un büyük büyükbabası Alan Wayne’e kadar uzanıyor.
- Burada Theo’nun yeğeni olarak tanıştırılan Silver St. Cloud, çizgi romanları takip edenler için tanıdık bir sima. Bruce’un adamakıllı ilişkisi diyebileceğimiz tek kadın herhalde. Açıkçası Bruce henüz bu yaştayken tanışacağımızı düşünmemiştim ama Seline Kyle’dan tut Poison Ivy’e kadar Bruce’un yetişkinliğinde tanışacağı kim varsa hepsini gösterdiler. O açıdan çok da şaşırmamak lazım. Nereye varmayı planlıyorlar emin değilim. Bu kız sayesinde Theo, Bruce’u parmağında oynatacakmış gibi bir his var içimde. Kızın kendisi de pek güven vermedi. Asıl merak ettiğim Selina vs Silver gibi bir çirkefliğe girip girmeyecekleri. Biraz saç saça baş başa yolluşsunlar istemiyor değilim, evet.